FİLİZ SOYDAŞ
Kıtlık Harmanı |ÖYKÜ|
“Affedersiniz, eski sinema binası bu sokakta mı acaba?” diye sordu otuz yaşlarındaki, orta boylu, sarışın ve saçları seyrek, temiz yüzlü adam. Yanında da kendi emsali biri duruyordu; o ise esmer, hafif kır saçlı, uzun boylu, diğerine göre saçları epeyce gür biriydi.
Sorunun muhatabı olan adam, doğuştan öfkeli tiplerdendi belli ki. Cevap verirken konuşuyor muydu yoksa homurdanıyor muydu belli değildi. “Görmüyor musun aha şurada, koskoca bina!”
Mithat kendini tutamadı. “Kardeş, sana arkadaşım düzgünce bir şey sordu! Sinema senin herhâlde, merak etme, elinden almaya gelmedik. Adres sorduk sadece!”
Sencer, Mithat’ın kolunu tutup, sakin olması için çekiştirdi. O sırada da adam, ses çıkarmadan yürüyüp gitti. Mithat, Sencer’e dönüp, “görüyorsun değil mi durduk yere tadımız kaçtı,” dedi.
Sencer güldü. “Sen bilmiyor musun birader, benim yüzümde, stres atmaya müsait bir ifade var. Başkasına kızıp ya da canı dayılanmak isteyip, bana çatan onca insan arasına biri daha katıldı işte.”
Mithat, bir kahkaha attı. “Oğlum sen de ince ruhlu ve çok sabırlı bir beyefendi olduğunu bu kadar belli etme.” Sonra elini Sencer’in omzuna atıp, “yürü hadi kolay lokma seni,” diye şaka yapınca, gülüşerek yürüdüler.
Eski binanın yan tarafındaki kapıdan içeri girdiler. Sencer, elindeki kâğıda bakıp, “kapı numarası beş,” dedi. Mithat zile bastı. Zilden ses çıkmayınca, işaret parmağının arkası ile birkaç sefer tıklattı.
Kapı açıldı. Epeyce yaşlı bir adam bastonuna dayanarak karşılarında duruyordu. “Amca!” dedi Sencer. “Ben Sencer, Kerim’in oğlu. Hele şükür amca, bulduk seni!” Sesinde mutluluk ve heyecan vardı.
Yaşlı adam ağlamaya başladı. O esnada da içeri girsinler diye kapının önünden çekildi. İçeri girdiklerinde, oturma odasının kapısına sımsıkı tutunup, ne olduğunu anlamaya çalışan sekiz yaşlarında bir erkek çocuğu gördüler. Çocuğun gözleri görmediğinden, olan biteni anlamak için sağ kulağının olduğu tarafı onlara çevirmişti. Maksadı seslerinden, gelenlerin niyetini okuyabilmekti.
Eski püskü koltuklara oturdular. Sencer, Mithat’ı tanıttı. “Amca, Mithat benim on yıllık arkadaşım. Seni bulmam için bana çok destek oldu.”
Yaşlı adam, eşi ve tek evladını yanına alıp, iş bulma umudu ile şehre taşınalı uzun yıllar oluyordu. Eşini, oğlunu ve gelinini iki sene önce trafik kazasında kaybedince, gözleri görmeyen torunu ile baş başa kalmıştı. Sencer’e anlatacak çok şeyi vardı. Birkaç sefer peş peşe nefes alarak konuşmaya başladı:
“Kıtlık harmanı zamanıydı. Olanın, olmayanla rızkını paylaştığı hasat yılı… Kimse, birbirinden ekmeğini esirgemiyordu. Bizim tarla da umduğumuzu vermedi. Zaten çok kalabalıktık; deden, ninen, diğer amcan ve onun ailesi, annen, baban, kardeşlerin… Çoğu zaman sofradan doymadan kalkıyorduk. Baktım geçim gittikçe zorlaşıyor, bende çareyi şehirde aradım. Zaten bahane arıyordum gitmek için o zamanlar. Maddi anlamda umduğumu buldum şehirde, yalan yok. Ailemi kimseye muhtaç etmeyecek kadar kazanıyordum. Çalıştım, çok çalıştım. Öyle bir çalıştım ki memleketteki yakınlarım aklımdan çıktı; hayırsızlık ettim onlara.
Arada bir anama ve babama mektup gönderirdim. Oğlum büyüdü, okudu, evlendi. Her şey çok iyi gidiyordu. Mutlu bir ailem vardı. Yengen ve ben çok yaşlanmıştık. Hastalıklarımız artınca oğlum ve gelinim bizi alıp, kendi evlerine getirdi. Onlarla çok mutlu yaşayıp giderken, iki sene önce oğlum kaza yaptı. Gelinim ve hanımım öldü. Torunum ve ben sağ çıktık o kazadan. Son günlerde ölüm korkusu başladı. Yanlış anlamayın, zaten dünyadan alacağımı aldım, göreceğimi gördüm de tek düşüncem bu çocuk.”
Üçü birden çocuğa çevirdi bakışlarını. Yavrucak başını yere eğmiş dinliyordu. Yaşlı adam devam etti. “Kıtlık harmanı yılıydı işte, memlekete arkamı dönüp, yaşam gailesine başladım.”
Konuşmanın burasında ağlamaya başladı. Herkesin gözyaşı tuzlu, berrak bir sıvıyken, onun ki acılardan, omzundaki ağır yükten, özlemlerden oluşuyordu; belki de bu yüzden ne zaman ağlasa, yüreğinden koca koca kayalar yuvarlanıp oturuyordu boğazına.
Sencer, oturduğu yerden kalkıp, amcasının boynuna sımsıkı sarıldı. “Amca, çocukluk günlerimi ne çok özlüyorum bir bilsen. Hepimiz bir aradaydık. Ne güzel günlerdi. Çocukların güneşin alnında, ekinlerin arasına dalıp, düşe kalka, tarlanın bir ucundan diğer ucuna koşup ter içinde kaldığı hatta bir de üzerine pınara kadar yarış yapıp, buz gibi sudan içtiği halde hasta olmadığı yıllardı. Nasıl da güzel zamanlardı.”
Amcası şefkatle yeğeninin yüzüne baktı. Mithat, yaşlı adamın sağ gözündeki katarakta dikkat etti. “Ameliyat olmazsa hayatı daha da güçleşir çok yakında,” diye içinden geçirdi. Göz doktoru olduğundan durumun tıbbi boyutuna daldı düşünceleri. Birkaç dakika sonra, amcanın anlatmaya devam etmesiyle, dikkatini yeniden konuşmalara odakladı.
“Allah, ekmek ve suyun yokluğunu göstermesin. Gençliğim, altın sarısı ekinlerin dolu olduğu tarlalarla, gürül gürül akan suların şenlendirdiği pınarların arasında geçti. Anam, çocukluğumuzda hep derdi ki ekmeği ve suyu israf etmeyin, Allah yokluklarını gösteriverir.’ Bir de şu öğütte bulunurdu. ‘Vicdanınız katılaşıp kararmasın; başınıza musibet verir Allah.’ Biz annemin dediğini yaptık, ekmeği de suyu da israf etmedik. Vicdanımız her daim temizdi ve pusulamız oldu. Belli ki birileri böyle yapmamış; ekmeğin, suyun kıymeti bilinmemiş, vicdanlar kararıp çürümüş ve mikrop yaymaya başlamış ki kıtlık ve çok kötü günler gördük.”
Mithat, “acı-tatlı anılar.” dedi.
Bastonuna çenesini dayayıp, bir iç çekerek cevap verdi yaşlı adam. “Bir süre sonra hatıraların acı ya da tatlısı olmuyor, sadece tecrübenin olgunlaşmış tadı oluyor insanda.”
Üçü birden sustu. Birkaç dakika öylece kaldılar. Sonra Sencer bozdu sessizliği. “Amca, başına gelenleri öğrenince seni aramaya koyulduk. Babam çok yaşlı olduğu için bu vazifeyi bana verdi. Önceki oturduğunuz yere gittik Mithat ile. Oradan apar topar taşınmışsınız, bu yüzden bulmak çok zor oldu. Neden bize ulaşmadın?”
“Buna yüzüm yoktu ki oğlum. Anamla babam öldükten sonra, onca yıl geçim derdine düşüp hal hatır etmediğim yakınlarıma ne yüzle sığınacaktım ki?”
“Olur mu öyle şey amca. Bu yavrucağın senden sonra en yakınları bizleriz. Bizden başka kime emanet edip göçeceksin bu dünyadan?”
Sonra kalkıp çocuğun yanına gitti. Elleri ile onun ufak ellerini kavradı. “Adın ne?”
“Umut.”
Amca araya girdi. “Adını ben verdim. Çocukken evimizi aydınlatan gaz lambalarını çok severdim, gerçi halen çok seviyorum. Gece zifiri karanlık olurdu. Uykunun bir yerinde, tuvale gitmemiz gerektiği zaman anneme seslenirdik. Gözümüz karanlıktan başka bir şey görmezdi. Annem gelip lambayı yakınca oda ışıl ışıl olurdu. Dünyamız aydınlanırdı. Umut deyince aklıma, karanlıkta tökezleyip düşmek üzereyken, yakılan gaz lambası gelir. Her gün dua ediyorum Allah’a, yavrumun karanlık dünyasında attığı her adımı aydınlat, diye. Benim Umut’umun benden sonraki ışığı siz oldunuz. Allah razı olsun.”
Sohbet bir süre daha sürdü. Sencer ve Mithat, ertesi gün yeniden gelip eşyalarını toparlayarak, ikisini de alıp gideceklerini söyledi.
O gece yaşlı adamın sevinçten gözüne uyku girmedi. Arada bir yatakta, oradan oraya döndüğünü duyuyordu torunu, uyku arasında. Gün ağarmaya yakın, onun şu cümleleri, çocuğun kulağına geldi. “Gözüm açık gitmeyecek.” Sonra, eve ağır bir sessizlik çöktü.
Ertesi gün öğlene doğru kapı çaldı. Geç açılan kapının diğer tarafında Umut vardı. Ağlıyordu. “Dedeme kaç sefer seslendim cevap vermedi. Elimle yokladım yatakta ama ses çıkartmıyor.”