MAHMUT HASGÜL
Korku ve Karamsarlık Kurgusu
Ortaokul yıllarından itibaren bazı gruplar gördük. Sorgulamanın ve düşünmenin isyan ve küfür olduğunu düşünen, o sebepten söylenilen her şeye “teslimiyet-i taamme” ile kayıtsız şartsız bağlanan.
Onların etkisiyle en çok ilgilendiğimiz ve etkilendiğimiz şey belki de “kıyamet alametleri” idi. Bütün hadisleri okuyup okuyup yorumluyor, bütün anlatılanları dikkatlice dinleyip içselleştiriyorduk. O kadar çok olağanüstülük içeren hikâye vardı ki ve o kadar fazla dehşet manzaraları canlanırdı ki gözümüzde…
Okuduklarımızın ve dinlediklerimizin etkisiyle “Deccal”i biliyorduk, “Mehdi”yi yalnızca biz tanıyorduk. Bütün olacaklardan haberdardık. Kimsenin beklemediği kadar yakın bir gelecekte olacaktı her şey. Anne-babalarımız ve kardeşlerimiz de dâhil diğer bütün insanlık hatta Müslümanlar helak olacak, yalnızca bu grubun / grupların gemisine binebilenler kurtulacaktı. Caddede, sokakta gördüğümüz “zavallı” helak ehline alaycı bakışlarla bakardık.
Kesin bilgi olarak aramızda ateşli ateşli anlatırdık ki 1996 yılı, ebcet hesabına göre de hadisi şeriflere göre de büyüklerimizin işaret ettiklerine göre de kıyametin kesin tarihi idi. Bu tarihi işaret eden bütün alametler belirmişti. Biz yalnızca delilleri zenginleştirerek yakın çevremizi ikna etme derdindeydik.
Bir arkadaşımız hüzünlü bir ses tonuyla, “O tarihe kadar evlenebilseydim keşke.” diyordu. Bütün beklentisi buydu demek ki.
Yarınlarla ilgili hiçbir plan yapmıyorduk. Ders çalışmak, hayatla ilgili yol haritaları çizmek anlamsızdı. Hırslı bir şekilde hayata bağlanan zavallılara acıyorduk. Ah, keşke bilselerdi gerçeği!
…
Seksenli yılların sonlarında gazeteler o meşhur “Sakallı Bebek” haberini yaptı. Gazeteye göre sakallı bir bebek doğmuş, birkaç ay içerisinde kıyametin kopacağını söylemiş ve ölmüştü. Haber dehşet vericiydi!
…
Meşhur bir zat “Yahudilik ve Masonluk” adlı eserini yayımlamıştı. Bütün satırlarını ezberliyor, bu zata karşı büyük bir hayranlık besliyorduk. Anlattıkları ne kadar da doğru ve ürpertici idi. Hayatımızın her noktası sarılmıştı. Yapabileceğimiz hiçbir şey yoktu. Tevekkülden başka…
…
2000’li yıllar yaklaşırken, apartmanda tedirgin bir hava vardı. Kadınlar durmadan Kur’an-ı Kerim okuyor; daha doğrusu okumuyor, sayfalarını çeviriyorlardı. Neler oluyor, diye sorduğumda dehşet verici gerçeği açıkladılar. Yakın bir ilçede bir kadının rüyasına Hz. Muhammed (s.a.v.) girmiş ve “Ümmetime söyle hazırlansınlar, üç aya kadar kıyamet kopacak.” demiş. Kadın da “Bana inanmazlar ya Resulullah.” deyince şöyle buyurmuş Allah’ın Resulü: “Evlerindeki Kur’an-ı Kerim’in arasına baksınlar, sakalımdan bir parça bulacaklar. İşte bu delilimdir.” demiş. Sayfalar arasında küçüklü büyüklü bir kıl bulan, mucizenin gerçekleşmesinden ötürü gözyaşlarını tutamıyordu.
…
“Büyük Cami’nin imamı sabah ezanını okumak için geldiğinde avluda beyaz kıyafetli, uzun, beyaz kumaşları kesen nuranî adamlar görmüş ve sormuş: “Siz ne yapıyorsunuz?” O mübarek zatlar da: “Kefen biçiyoruz, bu sene şehirde çok kan dökülecek.” demişler. İmam efendinin dili tutulmuş ve zavallıcık günlerdir yataktan kalkamıyormuş.
Bir korku havası sarmıştı şehri. Büyük Cami tarafında da aynı hikâye vardı ama anlatılanlara göre bu olay orada değil de karşı yakadaki diğer camide olmuştu.
Şehir çalkalanıyordu. Herkeste bir ümitsizlik ve karamsarlık havası vardı. Millet işi gücü bırakmış bu konuyu konuşuyordu.
…
2000 yılı Milenyumun başlangıcıydı ve büyük değişiklikler olacaktı. Ülke genelinde astrologlar, komplo teorisyenleri, halkın büyük bir kısmı her şeyin sonunun geldiği hakkında kesin bilgilere (!) dayalı iddialı cümleler kuruyordu.
…
Bir yerel gazetede arkadaşlar bir profesörün, depremi önceden bildiğini iddia eden makalesinin geldiğini, şehirde 5 ay sonra korkunç bir deprem olacağını yazdığını ve bu haberin yapılmasına idari izin çıkmadığını söylediler. Makalenin bilimsel bir kıymeti yoktu çünkü yazarı delil olarak kısaca “bana inanın” diyordu.
Bir şekilde bu haber ulusal basına sızdı ve gerçekten büyük ses getirdi. Herkes büyük depremi konuşuyordu. Anlatılanlara göre yakın bir ilçemizin belediye başkanı binlerce ceset torbası alarak felakete hazırlık yapıyordu.
Süreci ve makalenin bir değerinin olmadığını anlatmama rağmen yakın çevrem bile korkmaya, titremeye başlamıştı. Öğrencilerim her derste korku içinde bu konuyu açıyorlardı. Onlara detaylı bir şekilde her şeyi anlattım. Korkacak bir şey yok, haberin bilimse temeli yok, dedim. Ancak çocuklar bana değil, yaygın inanışa itibar ediyorlardı.
Öğrencilerime bir deney yapalım, dedim. Sınıfta hayali bir senaryo oluşturduk. Okulun yan tarafındaki ağaçların dibinde bir yatır olduğunu, o yatırda yatan zatın bir öğrencimizin rüyasına girdiğini, kendisinin “Kazandır Baba” olduğunu kurguladık. Ağaçların altına gidip dua okuyanların üniversite sınavında başarılı olacaklarını uydurduk(!) . Hadi şimdi bu bilgileri okula yayın, dedim.
Öğleden sonraki derste bir kız öğrencim gözleri fal taşı gibi açılmış halde yanıma geldi ve “Hocam biz dalgasına bir kurgu yaptık ama o hikâye gerçekmiş, diğer sınıflardan duydum.” dedi. O zaman anladım ki parmak ayı gösterdiğinde toplumun çoğu aya değil, parmağa bakıyordu. Yaptıklarımdan pişman oldum. Çünkü insanlar inanmaya teşne idi. Delillerle inanma derdinde değil, inandıklarına delil bulma derdindeydiler.
…
2012 yılına geldiğimizde meşhur Şirince olayı gerçekleşti. Meğerse kıyamet kopacak ve yalnızca Şirince kurtulacakmış. Otobüslerle Şirince’ye gitti insanlar. Dünyanın diğer ülkelerinden de gelenler vardı.
…
Amin Malauf’un “Yüzüncü Ad” romanını okuduğumda gördüm ki 1000 yılında da aynısı olmuş. Kıyametin kopacağından yüzde yüz emin olan insanlar, çeşitli hazırlıklar yapmaya başlamışlar o tarihlerde.
…
Daha yüzlerce örnek sıralanabilir. Tam bu noktada bir gerçeği görmek gerekiyor: Korku, yarınlarla ilgili hayalleri ve planları baltalıyor. Dünyaya hükmeden karanlık güçler zaman zaman korku atmosferleri oluşturarak inanmaya yatkın insanların uyuşmasını sağlıyor. Korku bilinçli bir şekilde kullanılıyor ve kitlelerin, özellikle geri kalmış İslam dünyasının, üzerinde yönetim kamçısı olarak sık sık şaklatılıyor. Böylece insan çaresizliğe teslim olarak direnç göstermekten vazgeçiyor. Korku yönetiminde dini figürlerin kullanılması inandırıcılığı ve teslimiyeti arttırıyor.
Bir zamanlar hayranlıkla takip ettiğimiz Yahudi ve Masonluk düşmanı, canlı yayında mason olduğunu kabul edip, Yahudi misafirlerini ağırladığında gerçeği anlamıştık ama çok geç olmuştu. Meğerse bilinçaltımıza o güçlerle mücadele edemeyeceğimiz inancını yerleştirmiş, ta o günlerden “öğrenilmiş çaresizlik” yöntemini uygulamış üzerimizde.
Biz geleceğin olmayacağına inandırılırken, birileri durmadan gelecekle ilgili projeler üzerinde çalışmış ve planlarını bir bir hayata geçirmiş.
Ecdadımızdan miras öz benliğimizdeki hayallerin ötesinde kuvvet ve kudretimizi, özgüvenimizi kullanılmaz hale getirmek için bizi korkuya ve karamsarlığa boğmuşlar.
Korku alkol ve uyuşturucu gibi, saplantılı aşk gibi, sorgulamayan inanç ve teslimiyet gibi aklı bloke eden etkili bir metot olarak üzerimizde uygulanmış.
Yıllarca saatler işlemiş biz durmuşuz, gökyüzünden habersiz korku bataklığında dibe vurmuşuz.