Bu yazı, “neden müzik yaparız” sorusuna bir arayış anlamındadır.
Müzik bir dildir, bir iletişim biçimi. Başkasına ait ezgileri seslendirmek, başkasının şiirini okumak gibidir ve çoğunlukla taklide dayanır. Kişinin kendi müziğini yapması ise kendi müzik diliyle (buna müzikçe diyelim) konuşması, iletişim geliştirmesidir. Müzikçe bilmek için yetenek, eğitim ve ciddi bir gayret gerekir. Ama insanın duyguları coşku veya hüzün eşiğini geçtiğinde müzikçe dili birdenbire de öğrenilebilir (Âşık Veysel, Neşet Ertaş veya hiç eğitim almadan gitar çalan Jimi Hendrix örneklerinde olduğu gibi).Yukarıda mısralarını okuduğunuz Metin Altıok başka bir şiirinde der ki:
Müzik bazen işte bu kandır, sızarak çıkmıştır insan içine. Düşünün ki bir ana, gök ekin gibi evladını toğrağa saklayınca, kalbi patlayıp bütün damarlarından kan kelimelere dönerek yeryüzüne yayılınca söz tek başına yeter mi hiç anlatmaya?Sözler bir ezgi kalıbında ağlamak makamında duyulur ki adına “ağıt” deriz.İşte bu saf müziktir, kaynak suyu gibi katışıksız, hesapsız, kitapsız yalın ve yangındır.Şu anda dinlediğimiz en yeni ağıt belki de 50 yıl önce söylenmişti ama ateş sönse bile köz kalır ağıtlarda, bu nedenledir 1996 da Ziya’nın Ağıdı’nı söylerken saçlı sakallı koca koca adamlar olduğumuz halde hüngür hüngür ağlayışımız.(selam olsun Erdinç, Recai ve Mehmet beylere)
Müzik bir dildir demiştik, dil bir kere kurulunca insanın hep duygulanarak veya coşarak müzik yapması gerekmez. Tıpkı sözcüklerle yazı veya şiir kurar gibi müzik yapmak işte o zaman mümkündür. Hatta bu dili çözen biri sipariş üzerine müzik yapmaya bile başlayabilir ki dizi film müzikleri buna en iyi örnek olabilir.Bu tür müzik parçalarında dikkat edin, standart bölümler çok ruhsuz ve mekaniktir bunların dışında kalan ve insanı coşturan ya da hüzünlendiren müzikal temalar çoğunlukla otantik bir temanın uzantısıdır, çoğumuz bu bölümü duyunca eski bir şarkı veya türküye benzetmişizdir.
Müzik de tıpkı diğer sanatlar gibi insanın tekâmülünün bir parçası olsa gerektir. Nitekim padişahların kralların bile tarih boyunca müzik eğitimi aldıklarını biliyoruz (2014 itibarıyla okullarımızda müzik dersleri minimum ölçüde verilmektedir). Demek ki tekâmül etmeye çalışmak da müzik üretmek için bir gerekçe olabilir. Peki, aşk, yani kalbin tekâmülü müzik yaptırır mı insana? Şüphesiz ki evet! Dinlediğimiz şarkıların büyük bir çoğunluğu aşka dair değil mi zaten? İleride başka bir yazının konusu olabilir ama dinin müziğe bakışında da aşk önemli bir hoşgörü ve kabulleniş sebebidir. Büyük bir din âliminin ilahi söylemek konusundaki şu sözünü buna bir delil olarak yazalım: “İlahi eğer o anda kalpten gelirse söylenebilir”
Hazreti Davut'un sesi çok güzeldi, Bir ayette onunla ilgili olarak
“(Her taraftan) gelen kuşlar da ona icabet ederler, hepsi onun nağmesine katılırlardı "
buyurulur. Davut aleyhisselam kendisine gönderilen Zebur’u okumaya başladığında gür ve güzel sesini duyan kuşlar ve hatta dağlar onu dinlemek için başına toplanırlardı. Şimdi asıl soruyu sorma vakti geldi: İnsan gerçekten müzik yapabilir mi?
Erkan Oğur’un bir konserinde eser icrası bitince seyirciye mahçup bir edayla şöyle dedi:
-“müzik bu, yapmamak lazım ama nefs işte!”
Başka bir yerde okumuştum yine üstad demiş ki:
-“İnsanoğlu müzik yapamaz diyorum. Ama uğraşıp didiniyoruz işte!”
Erkan Oğur bu sözüyle Konfüçyüs’ü doğrulamakta çünkü ünlü filozof da müziğin tanrısal olduğunu, insanın ancak çok büyük bir tekâmülden sonra müziği bilmesinin mümkün olduğunu düşünmekteymiş. Bu teoriye göre müziğe erişmeden önce insanın gelişmesi olgunlaşması gerek. Ancak son tahlilde şunu da söylemek mümkün ki; tıpkı herkesin kendi ustalığına, bilgi birikimine ve hayat tecrübesine göre söz söylediği gibi herkes kendi çapında müzik yapabilir.
İnsan neden müzik yapar sorusunun bir cevabı da pragmatik sebepleri içerir.”Profesyonel müzisyen” tabiri, müziği üreterek veya yeniden icra ederek kazanç elde eden kişileri tanımlamakta. İnsanın ihtiyaçları için güzel sanatlardan birini kullanmasına elbette ki kimsenin sözü yok. Peki, sözkonusu olan bir ülkenin ya da bir kültürün propagandası ise? Bir Afrika atasözü, “Müzik değiştiğinde dans da değişir” der. Burada danstan kasıt davranışlardır elbette.
Bu konuyu sadece bir örnekle geçip yorumunu değerli okurlara bırakmak en iyisi: 2003-2005 yılları arasında ABD’nin Türkiye büyükelçiliğini yapan Eric Edelman, görev süresi dolduktan sonra ABD dışişleri bakanlığında görev aldı. Göreve başladığında verdiği ilk basın beyanatlarından birinde şöyle diyordu: “Türkiye’de bulunduğum süre içinde gördüm ki Türk halkında Amerika sempatisi zayıflamaktadır. Bu sempatiyi arttırmak amacıyla çeşitli müzik sanatçılarımızı ve gruplarımızı Türkiye’de konser vermek üzere göndereceğiz”. Bu beyanın hemen ardından Türkiye’ye asla gelmez denilen Amerikalı sanatçıların (U2 dâhil) akın akın geldiğini, onların konserlerine hem de çok yüksek bilet fiyatlarına rağmen gençlerimizin gittiğini gördük, görmekteyiz.
Demek ki müzik pragmatik bir araç olarak da çok etkili ve yine demek ki başkasının dansına kapılmamak için kendi müziğimizi üretmek ve sahiplenmek zorundayız.
Orhan Gencebay’ın Bir Teselli Ver şarkısını bilmeyen yoktur. Müzikten en önemli beklentimiz belki de tesellidir. Çünkü dünya ağır, çelişkili, korkulu ve endişe vericidir ve “emanet” ağırdır. Burada olmanın tesellilerine sarılmaktan başka ne yapılabilir ki? Derler ki eski zaman denizlerinde kürek mahkûmları saatlerce acıyla kürek çekerken bir gün bir şey keşfederler. Bütün mahkûmlar aynı ritmle kürek çeksin diye kadırgalarda davul çalınmaktadır, mahkûmlardan biri bir halk şarkısını ritm eşliğinde söylemeye başlar, birazdan diğer mahkûmlar da ona katılırlar. Kaptan sesi duyunca fırlayıp gelir ama forsaları bu kadar motive eden ve neşelendiren bir eyleme müdahale etmez.
Kürek ağırdır bütün kasları sızlamaktadır mahkûmların.
Bunca acıyı dindirebilecek şey müzikten başka ne olabilirdi?
Öyleyse, havalandırmalı şarkıları, türküleri…
Asılın küreklere!
Çok dokunaklı güzel bir yazı…
Böyle yazıların devamını bekliyoruz..
Çok güzel bir yazı… Yaşasın türküleri yaşatanlar…