MEHMET ALİ BAL
Mahrem Zamanlar
Zamanı hep sırlarıyla anlattık ve resmettik. Evet, zaman esrarengizdir. Esrar içre esrar içerir. Ancak, zaman bu esrarını nasıl açar? Nasıl gizliliklerini açar? Acaba, zamanın ifadesi de esrarlı mıdır? Mahrem zamanlar bu esrarın herkese açılmadığı zamanlar mıdır? Daha açık bir mantıkla sorarsak, mahremiyet zatında olan mıdır yoksa zatına bakışın da bir katkısı var mıdır? Biraz kişiselleştirirsek, mahremiyet zamanın kendisinde midir yoksa zamanın idrak edenin ruhunda mıdır?
Elbette ki, esrar bir sabit (Objektif) gerçekliktir. Zaman vardır. Esrarı muhakkaktır. Mahremiyet de bir gerçekliktir. Bizzat vardır. Üzerinde tartışılmazdır. Ama burada bizim asıl amacımız zamanın yörüngesinde dönüp duran bizlerin hissiyatı, idraki, beşeri idrak çabası ve melekesi üzerine düşünmeye davettir.
Zaman bizim gözle gördüğümüz veya diğer duyu organlarımızla hissettiğimiz bir varlık. İdrake nasıl girecek? İdrakimiz zamana nasıl bir elbise giydirecek? Bu elbette ki kolay değil. Zaman ancak yüksek idraklerin resmini çizebildiği, sır kodlarını çözebildiği bir esrar kaynağı… Ama tam bu noktada daha çarpıcı bir gerçeği ifade edelim: Zamanın alfabesi son derece açık ve basit bir alfabedir. Harfleri adeta maddidir, kelimeleri dünyevi ve cümleleri kavranabilir dünyalar demektir. Esrarı bile yalın ve basittir ve açıktır. Tek mesele şudur ki, sadece erbabı okuyabilir, hissedebilir, sezebilir ve kavrayabilir.
Erbabı derken de idrak sahiplerini kast ediyoruz efendim. Kuran’da sık sık kendilerinden övgüyle bahsedilen “Güç ve basiret sahibi kullar” (Sad, 45), “Kendileri için ibretlerin gizlendiği basiret sahipleri” (Nur, 44 ve Ali İmran, 13) gibi yüksek idraklerin misalini benimsiyoruz. Onlar nasıl idrak ederler? Nasıl görürler? Nasıl ibret deryasına yelken açarlar? İdrak sadece zihni bir meleke midir? Yoksa başka pek çok insani melekenin birleşimiyle mi oluşmaktadır? Mukaddes Kitabımızda da hep “Basiret” (Görme) ile ilişkili olarak geçtiği için sadece bu mecaz ve gerçek üzerinden gideceğiz.
John Berger “Görme kelimelerden önce gelir” diyor. Yani okurken kelimeleri anlamadan önce görürüz. Belki görmek idrak etmektir. Bu ne kadar büyüleyici bir anlatım! Pek çoğumuz önce gözlerimizle gördüğümüzü, sonra da görülen üzerine düşündüğümüzü, nihayet bir dizi süreci izleyerek görünenin mahiyetini idrak ettiğimizi düşünürüz. Hâlbuki gerçek şudur ki, nesneler gözlerimizin kabul perspektifine ancak idrak ettikten sonra girerler. Evet, görme duyumuzun bizatihi kendisi idrakimizle sınırlıdır. Eğer idrakinde değilsek, gözümüz önündeki birçok bedihi (Apaçık) nesneyi veya olayı göremeyiz. İdrak göz aynamızın sırlı tarafıdır.
Gözümüzün açık bir sırrıdır. Eğer idrak yoksa gözümüz adi bir cam parçasıdır. Her şey o camın kendisinde bir iz, işaret bırakmadan arka tarafa geçiverir. Mecazın gerçek unsuru cam kadar bile işlevsel olamaz. Maddi cam en azından ısıyı, ışığı geçirir, rengine renk katar. Bazen de bunları çoğaltır, yoğunlaştırır, yönlendirir. Göz ise idraksiz halinde etkisiz, adeta hiç yokmuşçasına sayılabilecek bir makamdadır. İdraksiz göz baktıklarının da değerlerini düşürür, eşyanın hadlerine daha da ötesi Allah’ın (cc) hadlerine tecavüz eder. O yüzden “Veyl olsun, yazıklar olsun o görmeyenlere!
İşte zaman gerçeğini biz önce basiret (Gerçekleri yanılmadan görebilme yeteneği, uzağı görüş, seziş, anlayış, kavrayış) melekesiyle külli olarak, bütüncül (Holistic) bir şekilde idrak ederiz. Bu külli idrak neticesi zamanın alfabesini okumaya başlarız. Zamanın alfabesindeki harfler bütüncül bir dönem haritasını kavramaksızın anlaşılamazlar. Belli kelimeler veya cümleler ortaya çıksa bile dönemin anlamı, zamanın ruhu kavranamaz bu metinlerden.
Elbette ki bu tarz tümdengelim ancak büyük insanların işidir. Bizler sıradan insanlar olarak ancak zamanın belirli harfleri idrakimizde belirginleştikçe dönemimizin bazı gerçeklerine yaklaşabiliriz. Bu ikinci yöntem sayılabilir. Ancak dediğimiz gibi zamanın kısmen hissedilmesi ve anlaşılmasına imkân sağlar. Külli bir idrakin mümkün olmamasından dolayı bu yol kesinlikle terk edilemez. Basit bir cümleye sığdırdığımız zamanın kısmen anlaşılması ve ruhunun kısmen hissedilmesi başlı başına muhteşem bir olgudur. En az külli idrak kadar da zorluklar içermektedir.
Nedir bu zorluklar? Zamanın alfabesini okumanın zorluğu ne olabilir ki diyemeyiz. Bir kere zamanın alfabesi soyut ve sembolik şekiller değildir. Çoğunlukla zamanın alfabesi yaşadığımız olayların bizatihi kendileridir. Bazen de dönemsel olarak karşımıza çıkıveren ve dönemlerini temsil edecek kadar kuvvetli insanlardır. Bazen yaşadığımız zaferler ve ikbal burcuna girilmesidir. Bazen de mağlubiyetler, mağlubiyetlere yol veren bireysel veya toplumsal çürümelerdir. Milletlerin ve bireylerin hayatlarında büyük faciaların aniden oluverdiğini sanırız. Hâlbuki depremlerin fay hatlarındaki küçük kırılmalar gibi büyük faciaların da küçük işaretleri vardır. Afrasiyab’ın sarayındaki örümcek ağından zamanın şairinin ve bilgesinin anladığı çöküşe yaklaşma işareti gibi. Kisra’nın 14 sütunun yıkıldığı, ateşgedelerin 1000 yıldır yanan ateşlerinin söndüğü ve Taberiye Gölünün kuruduğu gecenin yorumlanması gibi. Bugünden baktığımızda bu olayların bütünün oluşturduğu anlamı bulmak daha mümkündür.
Ancak, o dönemde bu olayların her birini kendi mahallinde yorumlamak ancak olağan üstü insanların işidir. Bir de daha farklı işaretler vardır ki, bunların da birçoğuna vakıf olmak mümkündür. Mesela Varaka Bin Nevfel böyle bir büyük insandır. Hazreti Peygamberin (sav) vahyi anlatmasını dinlemiş ve hiç tereddütsüz bu vahiy demiştir. Hatta Peygamberimizin (sav) işaretlerini bilip de iman etmeyen Ehli Kitabı Kuran-ı Kerim nasıl da güzel ifade eder: “Kendilerine kitap verdiklerimiz O’nu (Muhammed’i (s.a.v) çocuklarını tanır gibi tanırlar. Buna rağmen içlerinde bir bölümü bildikleri halde hakkı gizlerler.” (Bakara, 146). Buradan da anlıyoruz ki, zamanın işaretlerini kavramak, idrak etmek sadece bilgi anlamında bilmek değildir. Bilinenin işaret ettiği veya temsil ettiği gerçeğe inanmak ve iman etmek “Bilmenin, idrak etmenin” ta kendisidir.
Bazen de milletlerin hayatlarında büyük dalgaların kabara kabara geldiğini zaman sahiline vuran küçük dalgalardan ve köpüklerden anlamak mümkündür. Bu dalgalar zafer dalgaları da olabilir mağlubiyet dalgaları da, her ikisi de anlaşılmaya kavranmaya muhtaçtır. Yoksa köpük köpük olaylar ayaklarımıza dolanır da bir türlü idrakimiz okyanuslardan gelen büyük dalgaları istiab edemez. Daha da acısı ve acınacak olanı zamanın artık belirginleştiği, zulmün de adaletin de, mağlubiyetin de zaferin de sahiplerine yöneldiği hakikatin yaşayanları aktığı bir zamanda bile idrakin kesret içinde boğulup kalmasıdır. Gaflet içinde kaybolmasıdır.
O yüzden diyoruz ki efendim, mahrem zamanların hakikati öncelikle dönemin çocuklarının idrakleri ve hissiyatlarındaki mahremiyet ile tam olur. Zamanın kendisi hangi Burçta dolanıyorsa dolansın, yaşayanların mahrem hissiyatları ve idrakleri ve sezişleriyle asıl anlamını kazanır. İçerdiği manalar madde planına çıkar. Zaman tarlasını mahremleri işlerler. İşlemek demişken “Tarım” kelimesinin Divan-ı Lügat it-Türk’teki anlamının “Tekinlere ve Afrasyab soyundan olan hatunlara ve bunların çocuklarına karşı söylenen, Hakanlı hanları oğullarından başkasına söylenmez bir kelime” oluşu ne büyük tesadüftür. Zamanı mahremleri anlar, mahremleri işler. Zamanın mahremleri de zamanın hakanları, sahipleri, fatihleri olurlar.
Zamanın çağları arasında dehlizlerden ve esrarengiz yollardan devam eden seyahatimiz sırasında “Hangi zaman burcuna” girdiğimizi zaman zaman kendimize sormalıyız derim. Zira bazen biz aynı zaman diliminde yaşadığımızı düşünürken, başka bir zaman dalgasının hükmü yürümeye başlamıştır. Bazen de ikbal veya idbar burçlarının öncü işaretleri küçük yıldızlar halinde gökyüzünde görünmeye başlamıştır, ancak bizim gözlerimiz dağınık ve bütüncül anlam oluşturmayan yıldızları görmektedir sadece. Zaman bizim dünyamızı sarmıştır ama bizler zamanın mahremi değilizdir. Zira mahrem zamanlar bereket bırakmadan geçip gitmektedir. Evet, bu seyahatimiz sırasında “Hangi zaman burcuna” girdiğimizi zaman zaman kendimize sormalıyız. Bazen de içimizi bir sükûnete teslim edip zamanımızı soluklanmalıyız, acaba hangi zaman fanusundayız diye. Zaman ancak onu idrak şartıyla kendini bize açar.