İşte sala okunmaya başladı. Cami avlusu gittikçe kalabalıklaşıyor.
Her şey, omuzlarımın üzerinde başımın bir sarkaç gibi sağa sola devrildiği o gün, beynimin içindeki algı merkezlerinin radyo dalgalarını çekmesiyle başladı. ‘Mektebin Bacaları’ aryaların arasında kaybolup gitmişti. Tank sesleri şehrin caddelerini dövüyordu. Sıkılmış her yumruk karşısında bir duvar arıyordu. Kameralar gözlem raporlarında, ülkeyi büyük bir felaketten kurtaran güçlü bir iradenin artık her şeyi kontrol altına aldığını bildiriyorlardı. Kalabalıklar arasında sıkıştırılan bir kadın yardım istiyordu. Koruyu rüzgar tarumar etmiş, masaların üzerindeki örtüleri uçuşturmuştu. Sahafların kitapları yakılmış, oyuncak pistine dönmüştü. Ben bunları gözetliyorken, bir göz de arkadan beni gözetliyordu. O sendin Reis. Kanım çekilmiş, ruhum bedenimde çırpınıp duruyordu. Gökyüzünün maviliklerine yükselen ezan sesleri, bir yokluğa çağırıyordu beni. Kalabalıklara karışıp, yok olmaya, ardından buharlaşıp hiç olmaya doğru yol alıyorken fakültenin kapısına kadar getirmiştin beni. Her şey, beynimdeki algı merkezlerinin radyo dalgalarını çekmesiyle başladı.
Sala okunmaya başladı. Cami avlusu gittikçe kalabalıklaşıyor.
Evet, ben bir deliyim; ama beynimi kasıp kavuran nöbetlerim sonrası dünyayı kendi fikrimce anlamlandıran da bir aklım var. Belki olayları onların dünyasına göre kodlamadığım için farklıyım.
Fakültenin kapısından koşar gibi dışarı çıktığımda, kuşlara yem atılan o meydanı geçerken arkamda sadece Meliha kalmıştı Reis. Onu ilk gördüğümde, beline kadar uzanan siyah saçlarının çevrelediği esmer yüzünden, gözleri yüreğime nahif bir melodi ritmiyle nehir olup akmıştı. Masum bir ders notu alış verişiyle başlamıştı her şey. Oysa İstanbul’a gelirken her Anadolu çocuğu gibi, sarı saçlı yeşil gözlü bir kızdı benim de hayalim Reis. Onunla, eflatun rengi Üsküdar akşamlarında kız kulesine bakarken, boğazın sularına karışıp uzak dünyalara gitmek, edindiğim tüm tecrübelerimi dönüp ülke insanına sunmak gibi ulvi düşüncelerim vardı.
Her gün, fırından yeni çıkmış yarım ekmeğimi alıp, tulum peyniri ile kahvaltı yaptığım o çay ocağı değişmez adresim olmuştu. Gerçeğe farklı açılardan bakmanın yarattığı tepkiyi içimde boğarak susmak, kendi gerçeklerini mutlak kabul eden bu çoğunluğa karşı en soylu karşı koyuşumdu. Tek dostumdu Süleyman Amca. En azından benim gerçeklerimin de işe yarar bir yanının olduğunu onda görürdüm. Onu unutmak zordu.
Unutmuyorum, bu beynimdeki müziğin ritmini bozan dalga, aryaların o cehennemi kışkırtan kirli sesleriydi. Meliha’nın sesi çok güzeldi Reis. “Mektebin Bacalarını” mırıldanmaya başladığında perde perde sesi yükselip ağaçların yapraklarından süzülerek tatlı bir esinti gibi kulaklarımı okşarken, hüznün o buruk tadı yapışkan bir tortu gibi yüreğime inerdi. Bir duygu alıp beni uzaklara, çok uzaklara götürürdü. Ama dedim ya; beynimin dalgaları arasında radyo frekansları birbirine karışınca olan olmuştu.
Şimdi, bu emekliler kahvesinde, kendime yetmişini aşmış Süleyman Amcayı arkadaş olarak seçişimi garipseyenler çoğunlukta. Ancak, radyo dalgalarının aklımın frekanslarına müdahale ettiği o günden sonra, yeni yaşam alanımda aklımı devreden çıkarıp yüreğimin götürdüğü yerde duruyordum. Orda hala, tüm müdahalelere karşı koruma altında olan bir merkez var ve o merkezden bakılınca tek boyutlu bir gerçek yok.
Yatağın kenarında bulunan sandalyede oturmak için kalktığımda, önce pencereye yöneldim. Ama sonuna kadar çekilmiş perdeleri aralayıp, bir ışık yansıması yakalamaya cesaret edemedim. Öylece oturdum Reis. Dışarıda başkalarının gerçeği vardı. Bense, loş bir karanlığın gölgelediği bu dikdörtgen odanın içinde, ilaç kokularını yemeğime katarak kendi gerçeğimle baş başaydım. Dışardakilere ayak uyduramayacak sonsuz bir boşlukla doluydum. Zaman bendim. Şu perdeyi araladığımda oradan yansıyacak ışık, bir göktaşı gibi odaya düşecek, sonsuz ve sınırsız olarak belirlediğim her şey, o insanların aralıklar tayin ederek sınırlayacakları bir metafora dönüşecekti. Beni yeni bir sarmala çekecek kalabalıkların gerçeğine dönmemin önünde bir engel gibi duran bu perdeler hiç açılmamalıydı Reis. Keşke Meliha gelmeseydi. Bir tek o açabilirdi bu perdeyi. Daha önce hiçbir varlığa duymadığım bir duyguyla bağlanmıştım ona. Sevmek gibi sıradan bir izahı yoktu bu halin; beni kendine çeken sonra benden yeni bir ben çıkaran insandı. Üç gün boyunca geldiğini, ancak doktorların bugün görüşmemize izin verdiğini söylediğinde gözlerinin dolduğunu, akan iki damla yaşın çenesine indiğinde benden gizler gibi arkasını döndüğünü görmüştüm. Beni ambülansla hastaneye getirdiği o gün çok korktuğunu, ama her gün daha iyiye doğru gittiğimi ve bugün beni çok iyi gördüğünü söylemişti.
Hiç bir şey göründüğü gibi değil demişti Süleyman Amca. Dün uzun uzun memleket meselelerini konuşmuştuk. Milli gelirin arttığını haberlerde dinlemiş, ancak kendi gelirinin artmadığını da, biraz yakınarak dile getirmişti. Bir türlü milli gelir hesabının nasıl yapıldığını anlamadığını, benim yüksek tahsil gördüğümü ve kendisine bunu izah etmemi istemişti. Ben de, iktisat bilgilerimi tam Süleyman Amcanın anlayacağı bir şekle dönüştürerek anlatmaya çalışmıştım. Bak Süleyman Amca, ülkenin belli bir nüfusu var, bu nüfus içerisinde işçi çalıştıran patronlar vardır. Bunlar milli vatandaşlardır. Bu patronlar kazanıp biriktirdikleri paraları devletin istatistik kurumlarına beyan ederler; bu kurumlar bunları toplar, sayılarına böler, çıkan rakam milli gelir hesabıdır. Açıklamam pek onu tatmin etmemişti ki, yüzüme dik dik bakmıştı. Süleyman Amca, ülkesini çok seven devletine imanla bağlı Müslüman, Sünni ve Hanefi bir Türk vatandaşıydı. Bu sıfatlarını her defasında gururla belirtirdi. Kızgın bir ifadeyle ‘peki biz bu ülkenin hangi sıfatlı vatandaşıyız’ demişti. Süleyman Amcaya her şeyi baştan anlatmak gerekmişti. Bak Süleyman Amca, vatandaşlar ikiye ayrılır: Milliler ve Gayri Milliler. Milliler de kendi içinde ikiye ayrılır: A milliler ve Yeminliler. A milliler; para yatırıp işyeri kuranlar, işçi çalıştıranlar, kazananlar, kaçıranlar. Yeminliler ise, A Millilere yardımcı olan vekiller, hâkimler, hekimler ve memurlardır. Başbakan ve Bakanları niye saymadığımı sormuştu. Onların Gayri Milli olduğunu söylediğimde; onun biat ve itaat kültüründen kaynaklı gururunun incindiğini anlamış ve izaha çalışmıştım. Hani biz küresel bir Dünyada yaşıyoruz ya; Başbakanlar ve Bakanlar bu küresel Dünyanın profesyonel şahsiyetleridir. Onların hesapları ayrı bir hesapta toplanır ve yönettikleri ülkelerin milli gelirlerine dahil edilmezler. Biraz karışık geldi demişti. Ama milli gelir hesabı da, biraz karıştırmak sonra da ayrıştırmaktı zaten. Okunan ezan Süleyman amcanın imdadına yetişmiş la havle çekerek kalkıp namaza gitmişti.
Kaç gün sonra annem gelmişti bilmiyorum ama ona haberi Meliha vermişti. Her Anadolu kadını gibi sorumluluk duygusu çok gelişkin bir kadındı annem. Beni yetiştirip mürüvvetimi görmek dünyada tek arzusuydu. Babamın vefatından sonra yaslandığı çınar devrilmiş, uzun süre boşlukta sallanmıştı. İlkokul öğretmenliğinden elde ettiği maaşı hayatımızı idame ettirmeye yetiyordu ama bir erkeğin boşluğunu doldurmuyordu. Otogara giderken bir daha dönmemek üzere İstanbul’dan ayrıldığımı düşünmemiştim. İstanbul o bildik yağmurlarıyla otobüsün camını döverken, köprünün ortasına gelmiştik. Koruya son kez bakarken ‘mektebin bacaları’ çamların arasından yükseliyordu. Biliyor musun? dedim anneme; Meliha’nın sesi çok güzel…
Sala okunmaya başladı. Cami avlusu gittikçe kalabalıklaşıyor. Müezzinin sesi hiç de güzel değil. Üstelik birçok makamı birbirine katarak okuyor. Neden bunları konservatuar eğitiminden geçirip sonra bu göreve atamazlar ki?
Süleyman Amcaya bazı camilerde ezanların güzel sesli makam bilen bayanların okumasının daha iyi olacağını anlattığımda haram deyip karşı çıkmıştı. Bana “Sen bunlarla kafa yorma, namazını kıl, duanı et!” derdi. Dini ritüellerin tartışılmasını iman zafiyeti kabul ettiği için kesin tavırlıydı. O nedenle niçin namaz kılmadığımı ona söylememiştim hiç. O her zaman, namaz Yaratanın huzuruna çıkmaktır derdi. Her huzura çıkmanın belli bir erkanı ve hukuku olduğunu biliyordum. Oysa ben her namaza durduğumda şeytanlarım hemen benimle birlikte saf tutarlardı. Allah’ın huzurundan kovduğu düşmanlarla ben huzura çıkar olmuştum. Bu beni rahatsız etmeye başlamıştı. Bir gün, sokaktan topladığım küçük taşları cebime doldurup camiye gittim. Tahmin ettiğim gibi, şeytanlarım benden önce safa durmuşlardı. Beni huzurda olmadık şaklabanlıklarla oyalıyorlardı. Öfkem kabarmış, bir daha görmemek üzere bunlara ders vermenin zamanı gelmişti. Hemen cebimden taşları çıkarıp, şeytan taşlamaya başladım. Bazı insanların kafası kanamıştı. Beni apar topar camiden dışarı attılar. O günden sonra namazı bırakmıştım ben de.
Aslında şu ilaçları kullanmayı da bıraksaydım, her şey daha iyi olurdu Reis. Akşamları ağzımın kuruluğunu gidermek için mutfağa geçtiğimde, lambanın yanmasıyla birlikte annemin ‘İlaçlarını aldın mı oğlum?’ ikazı artık alıştığım bir şey olmuştu. Annemden kaçış yoktu. Her akşam, beş vakit namaz kılmak gibi kutsal bir görev olarak bilirdi ilaçlarımı takip etmeyi. Her doktora gidişimizde, doktor uzun uzun beni dinler, kafana çok şey takıyorsun derdi. Doktorun kafalar konusunda yeterli bilgiye sahip olmadığını o gün anlamıştım. Ben de ona bazı kafaların han gibi olduğunu; oraya bazı bilgilerin bir süre misafir olduğunu sonra çıkıp gittiğini ama bazı kafaların da mezar gibi olduğunu, oraya giren bilgilerin gömülüp kaldığını ve çıkamadığını anlatmıştım. Benim kafam böyleydi
İşte. Üst üste istif ettiğim o bilgilerin mezarıydı. Doktor sıkılmıştı bu kafa teorimden. Sonra beni dışarı çıkarıp anneme benimle ilgili bir takım görevler yüklemişti. İlaç kullanımı da bu görevler arasındaydı. Annem bu ilaçların beni ne kadar yorduğunu bilmiyordu Reis. ‘oğlum daha yatmadın mı sen’ deyip her gece aynı ikazı yapıyordu. Yurttaki oda arkadaşım Cengiz de böyle yapardı. Gece geç vakitlere kadar oturup halsizleşen bedenimi ranzaya atıp, öylece uzun süre tavana bakarak şekiller çizerdim. Küçükken anlatılan koyun sayarak uyuma fikri hayal dünyama yeni bir oyun olarak girmişti. Rakamlarla aram iyi olmadığı için koyun saymayı bırakıp şekillere takılmıştım. Her kurduğum hayal uykumu bir iki saat daha öteliyordu. Sırtüstü uzanıp sigara içme alışkanlığı o dönemden kalmaydı. Ciğerlerime çektiğim duman adeta bir tutkal gibi sırtıma yapışırdı. Dumanın kokusu Cengiz’i uykudan uyandırırken aynen annem gibi o da ‘oğlum daha yatmadın mı sen’ derdi. Annem sadece, ilaçları aldıktan sonra gözlerimin kapandığını görüp uyuduğumu zanneder, görevini yapmanın huzuru içinde odasına çekilirdi. Daralıp pencereyi açtığımda; dışarıda yalnız ve kapkara bir yorgunluk olurdu. Işıkları sönmüş şehrin kalp atışları durur, ruhlar hapsedildikleri bedenleri terk ederek sabahın ilk ışıkları ile birlikte geri dönmek üzere özgürlüğe uçmuş olurlardı. Tek hayat belirtisi, sokağa üflediğim dumanın kıvrılarak kayboluşu ve seninle yaptığımız sohbetlerdi Reis. Ama bir gün, bütün bu ilaçlarımı toplayıp, klozete atacağım. Oradan kanalizasyon şebekesiyle arıtma tesislerine gidecek, oradan da şehrin içme suyu şebekesine akacaklar. Bunlar kimyasal olduğu için şebeke sularından geri dönecek ve oradan da bütün şehir insanı aynı ilacı içmek zorunda kalacaklar. Böylece, şehrin insanları ile o gün aynı uykuya dalacağız. Rüyalarımızı bölen radyo dalgaları olmayacak ve hepimiz o türküyü dinleyeceğiz.
O gün namaza, Süleyman Amca da şeytanını beraber götürmüştü herhalde. Dönüşünde, kızgın bir ses tonuyla, köylülerden bahsetmediğimi, köylünün milletin efendisi olduğunu, milli gelir hesabında köylüyü hesaba katmayan devletin ayakta kalamayacağını söylemişti. Devlet önemliydi Süleyman Amca için. Atalarımızın önce devleti kurduğunu, sonra top yekûn Müslüman Türk Sünni ve Hanefi milleti oluşturduğunu, böylece birlik ve beraberliğimizin temelini attığını söylemişti. Eskiden beri köylüleri sevmediğim için onları konuşmaya değer bulmazdım ama Süleyman Amca, bu meseleyi namaza kadar taşıdığına göre konuşmalıydık. Devlet hesaptan düşmüştü köylüleri dediğimde, gözleri birden büyümüştü. Bu öfkeyi dizginlemenin yolu Süleyman Amcaya devletin haklı gerekçesini anlatmaktı. Onlar, o münbit arazileri terk edip şehirlere gelince efendilikleri kalmadı. A Milliler onları yanına işçi olarak alıp, emeklerini kendi hanelerine yazdırdılar. Bu açıklama daha da zoruna gitmişti onun ve etkileyici bir mektupla yetkililerin uyarılması gerektiğini söylemişti. O gün karar verdik; A Millilerin bu oyununu bozmak için Süleyman Amca ile oturup başbakana mektup yazacaktık.
Aslında yazmıştım Meliha’ya. İki gün önce doğum günüydü. Yazdığım bu satırları ulaştırabileceğim bir adres olsaydı, hâlâ kendisini ne kadar sevdiğimi bilseydi iyi olmaz mıydı Reis?
……Orda; çok uzaklarda bir kız raks ediyor ay ışığında.
Melekler dönüyor etrafında. Saçlarında şebnemlerden yıldızlar akıyor… Dudaklarımda titreyen bir gülümsemeyişle açıyorum kollarımı binlerce yılın hasretini kucaklamak için. Ama yükseliyor gökyüzüne. Bu hep böyle oluyor. Sonsuz bir yalnızlığa dayayıp sırtımı, bazen uzak bir kentin kıyılarına vurup, bazen yatağına çekilerek huzursuz bir deniz gibi çırpınıyor yüreğim…
Uzayıp gidiyor önümde keder sisleri…
Şimdi yanında olmak; cennetten inen hangi gülse alıp sana sunmak, yüreğine dokunmak…
Şimdi orda olmak gözlerinden akan ırmaklara karışmak…
Şimdi orda olmak bütün zamanlarımın yalnızlığını senle doldurmak istiyorum… Sarhoş güz yapraklarında savrulduğum o gün dönmemeliydim ben. O tarihi söküp atmalıydım hayatımdan.
Işığım…
Karanlığım…
Yıldızım…
Güneşim…
Arayıp bulamadığım…
Bakınca göremediğim…
Özleyip soramadığım…
Haberini alamadığım…
Çekilmiş ruhum…
Daralan soluğum…
Hayat neşem…
Kırgın köşem…..
Ama Meliha yoktu Reis.
Artık Süleyman Amca da yok. Gelip çay ocağında memleket meselelerini konuşacağım kimse de olmayacak artık. Sala bitmiş, cami avlusu kalabalıklaşmıştı. Herkes namaz için son hazırlıklarını yapıyordu. Çay ocağında bir ben kalmıştım. Birazdan imam gelecek ve cenaze namazı başlayacaktı. Ama ben orda olamayacaktım. Süleyman Amcaya sessizce veda edecektim. Çünkü namazı bırakmıştım.