MEHMET ALİ BAL
Muhyi İsm-i Şerifi
“Muhyi İsm-i Şerifi” (Öldükten sonra) ihya edip dirilten, canlılara (Yoktan) hayat veren demektir. Bu manada “Kalpleri dalaletten kurtarıp, iman ile dirilten, manevi hayat veren” manası da vardır.
.
Öldürmek de (Yümit) diriltmek de (Yuhyi) tevhit akidesine irtibatlandırıldığında hakiki mana ve mahiyetlerini kazanmaktadır. Kuran-ı Kerim bu yüksek ve mukaddes manaya atıf yapmaktadır: “De ki, ey insanlar! Ben sizin hepinize Allah’ın gönderdiği resulüyüm. O Allah ki, göklerin ve yerin bütün mülkü (Hükümranlığı) O’nundur. O’ndan başka hiçbir ilah yoktur. Öldüren de dirilten de O’dur. O halde Allah’a, Allah’a ve O’nun sözlerine iman etmekte olan o ümmi nebi olan resulüne iman edin ve ona uyun ki doğru yolu bulmuş olasınız” (Araf/158). Bu ayet-i kerime ile Mümit ve Muhyi İsimleri tevhit semasının sisteminde birer yıldız olarak yerlerine kavuşturulmuşlardır.
İslam’da Tevhit Akidesi ve İtidal prensibi gereği, Mümit ve Muhyi İsimlerinin birlikte zikredilmesi tavsiye edilmiştir. Peygamber Efendimizden (s.a.v.) öğrendiğimiz duada da aynı değil midir? “La ilahe illallahu vahdehu la şerike lehu. Lehul mülkü ve lehul hamdu. Yuhyi ve yümit. Ve Huve hayyul la yemut. Biyedihil hayr. Ve Huve ala külli şey’in kadir”. Bu faziletli ve tevhit cümlesi olarak cami manası olan bu cümleyi ekser dualarımızın başında söylemekteyiz. Tevhit akidesinin ilk cümlesi “La ilahe illallah”, İslam semasının yıldız hakikatleri Muhyi ve Mümit tecellilerini, Hayy ve la yemut olan Zatının mukaddes sıfatlarını kendi etrafında dürmüştür.
Sonra bu hakikatleri idrak edebilelim diye en fazla alışarak yaşadığımız dünya olaylarını örnek vermiştir: “Allah’ın kudretine delalet eden alametlerden biri de şudur ki, sen yeryüzünü kurumuş görürsün. Fakat üzerine yağmuru indirdiğimiz zaman harekete geçer ve kabarır (Canlanır ve yeşerir). Yeryüzüne hayat veren, elbette ölüleri de dirilticidir. Çünkü O her şeye kadirdir” (Fussilet/39). “Geceyi gündüze sokarsın, gündüzü geceye sokarsın; ölüden diri çıkarırsın, diriden ölü çıkarırsın. Dilediğini hesapsız rızıklandırırsın” (Ali İmran/27). “Şimdi bak Allah’ın rahmetinin eserlerine! Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor? Şüphe yok ki O, mutlaka ölüleri diriltir. O her şeye kadirdir” (Rum/50).
Muhyi İsminin tecellisini ifade eden ayetler manzumesi de mütemerrit ve azgın bir müşrikin şirk ve akılsız sözlerine karşı nazil olmuştur: “İnsan kendisini bir nutfeden yarattığımızı görmez mi? Şimdi o açıktan açığa bize düşman kesiliyor. / Kendi yaratılışını unutup da bize örnek getirmeye kalkışıyor ve “Şu çürümüş kemiklere kim hayat verecekmiş?” diyor. / De ki kim onları ilk başta yaratmış ise o diriltecek. O yaratmanın her türlüsünü bilir” (Yasin/ 77, 78, 79). Ayetin nüzul sebebi olarak anlatılan Ubey Bin Halef (En fazla Peygamberimize (s.a.v.) işkence edenlerden biri olan azılı ve müşrik) çürümüş bir kemiği elinde ufalayarak Hazreti Peygamberimize (as.a.v) gelerek alaycı bir şekilde sorar “Bunları tekrar kim diriltecek?”. Bu hadise üzerine yukarıdaki ayetler nazil olmuştur. “Allah (cc) yaratmanın her türlüsünü bilir” muhkem hükmüyle Hazreti Âdem (as) yaratılışından Hazreti İsa’nın (as) yaratılışına; kurumuş otlara can verilmesinden yoktan yaratılan canlılara kadar bütün yaratma çeşitlerini Allah’ın (cc) bildiğine, hepsini de O’nun yarattığına işaret buyrulmaktadır.
Allah (cc) mümin kulları üzerinde iki dünyada da Muhyi ism-i şerifinin tatlı tecellilerinin olacağını vaat etmiştir. Ancak bu vaat bir başka Kuran Hükmüyle de çerçevelendirilmiştir: “… Şüphesiz kavim kendini değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez. Allah bir kavme bir kötülük diledi mi, onlar için Allah’tan başka hiçbir yardımcı da yoktur” (Rad/11). Kavimlerin harabiyetini (Kötülükleri sebebiyle Mümit ve Kahhar isimlerinin üzerlerinde tecellisini) netice veren, bizatihi kavimlerin kendi nefislerini değiştirmeleridir. Allah’ın kötülük dilemesinin hem sebebi hem de göstergesi o kavmin kendini fenalık ve kötülük istikametinde değiştirmiş olmasıdır. Kötü halinin de devam etmesidir. Bu yüzdendir ki, İslam dünyasında ciddi anlamda toplumun ihyasını (Diriltilmesini, dirilmesini) hedefleyen, ideal edinen büyük âlimler, önderler, vs. ilk önce ferdin ve cemiyetin hastalıklarının tespit ve tedavisini, daha sonra da mesalihin (iyiliklerin) ve fezailin (Erdemlerin) içinde yer aldığı din ilimlerinin diriltilmesini düşünmüşlerdir. Meşhur ve ismiyle müsemma eserlerden “İhya-u Ulum-ud-din” 2. Cildi “kalbin hastalıkları ve tedavisine” tahsis edilmiştir.
Rad/11 ayetindeki Kuran’i hakikat Kevni ve fiziki hakikat olduğundan, milletlerin hakiki önderleri ağır zulümler altında ve ciddi tehlikeler karşısında bile ilk önce ölmüş kalpleri, bozulmuş akılları ve pörsümüş feri gitmiş ruhları “Akide” merkezinde canlandırmaya ve tedaviye başvurmuşlardır. Yeis, karamsarlık, yılgınlık, fesat ne derece fazla olursa olsun “Muhyi İsm-i Celiline” de temessük etme o derece güçlü olmuştur. “İhya düşüncesi” asırlardır İslam topluluklarını kendilerini yenilemeye, akidelerini saf haliyle anlamaya ve yaşamaya teşvik etmektedir. Diyebiliriz ki, İmanın şartlarından olan öldükten sonra dirilmeye iman adeta ferdi, sosyal ve siyasi planda diriliş düşüncesi ve felsefesinde de merkezi yer tutmuştur.
Bu durumda, yükseliş zamanlarında daha fazla “Muhyi İsminin” tecellilerinin izdüşümleri önem kazanmıştır. “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” nasihati böylesi bir inanışın izdüşümüdür. İslam coğrafyasında dirilişin, hayatın ve güzelliğin asıl ya da merkez olduğu bir nizam kurmanın akide, inanç ve felsefi temelidir (Merhum A. Cevdet Paşa’nın Mecelle’deki cümlesine bir ilave yapalım mı: “Eşyada hüsün ve hayat esastır”). Sadece İslam coğrafyası değil, dünyanın tüm ülkelerindeki önderlerin, aydınların gerçekliklerini sınamak için bu veciz hüküm önemli bir turnusol kâğıdıdır.
Beşeri ve içtimai zaaflarımızla dönemsel olarak hatalı idrak ettiğimiz “Haşir ve Ahiret İnancı” aslında yaşadığımız dünyanın bir “An-ı vahidini” bile önemli kılan bir prensiptir. Nasıl olmasın ki? Sonsuz bir hayat şu sonlu dünyada yaşadığımız nefeslerle, amellerle, niyetlerle ve ürünlerle inşa edilecektir. Bu öylesine esrarlı bir dünyadır ki, yeni Müslüman olmuş bir sahabe, savaş esnasında Hazreti Peygamberin (s.a.v.) “Cennet vaadine” uyarak, yemekte olduğu taze hurmaları azından atıp, müşriklere saldırıp, kahramanca savaşarak şehit düştüğünde Hazreti Peygamberimiz (s.a.v.) “Amele kalilan, ecira kesiran” buyurmuşlardır. Öldükten sonra dirilmeye, Ahiret gününe iman ve Muhyi İsminin tecellilerini idrak ederek yaşadığımız sonlu, camit ve değersiz dünyayı sonsuzluğa, canlılığa ve devasa kıymete eriştirmektedir. “Ahiret var her şeyi oraya bırakalım” sözünün asli tarafını değil de bizi tembellik ve miskinliğe ve atalete iten yönünü benimsemek bir yana, bir nefes bir hayatımız kalsa bile amelde bulunmak, hayatın içinde bir eser bırakmak üstün görülmüştür.
“Ey Mümit olan Allah’ım! İçimizdeki kötülükleri, karamsarlıkları, yeis ve yılgınlıkları öldür. Muhyi İsminin tezahürüyle kalplerimize, ruhlarımıza hayat ver. Amellerimizi halis niyetlerle hayatlı ve hayırlı eyle. Gündüz ve gecemizi Muhyi İsminin tecellileriyle aydınlık ve canlı kıl. Bizi bireyler ve topluluk olarak hayra ve istikamete yönelik olarak nefislerimizi değiştirmeye müyesser kıl. İslam hanelerini, şehirlerini hayat dolu; İslam milletlerini de canlı, taze ve yaşamaya/ yaşatmaya müheyya, müstait ve muktedir kıl. Âmin.”