DİLEK GÜNEŞ
Nefesin Nefesim Olsun |ÖYKÜ|
Yaşamla ölüm arasındaki sınır, sadece bir nefestir.
Kimi zaman ise Aşk’a verilen bir nefes, Araf’a mahkûm edendir…
Son bir gayretle yatağında dönmeye çabaladı ama nafile, kımıldayamadı bile. Aylardır, bakımevinin yemek, idrar ve pislik kokan bu kuytu odasındaydı. Kir ve lekelerin, üstünkörü yıkanmaktan morarmış eski bir çarşafla kapatıldığı yatağında, adeta put gibi yatıyordu.
Uyku ile uyanıklık arasında, açık pencereden içeri yankılanan sesleri hayal meyal duyuyordu. Bu kimi zaman baharın verdiği neşeyle öten kuşların cıvıltılarıydı, kimi zaman ise pencerenin açık kanatlarını döven ani, şiddetli fakat kısa süren bir ilkbahar yağmurunun sesiydi.
Birbiriyle tamamen tezat olan bu iki ayrı ses onun ruhunda aynı amaca hizmet ediyor, her ikisi de onu hayat hikâyesinin sararmış sayfalarının daha derin yapraklarına sürüklüyordu.
Kuş cıvıltılarıyla yeniden ilk gençlik yıllarına dönüyor; ilkbaharın insan ruhunu dirilten, kendine özgü ışıltısıyla gençliğin masum ve güzel çehresine bürünüyordu. Yalının rengarenk çiçeklerle bezeli yemyeşil bahçesinde, orkestranın çaldığı müzikle neşe içinde dans ediyordu. Ailesinin her ilkbaharda, havuz başında verdiği bu davet artık adetten olmuştu. İstanbul’un kalburüstü eşrafının hemen hemen hepsi o günü heyecanla bekliyordu, bilhassa da ailelerin genç mensupları.
Bağıra çağıra tartışan iki hasta bakıcı odaya paldır küldür girdiklerinde orkestranın müziği de ansızın durdu. Eski ve bakımsız duvarlarına pis kokuların, aczin ve unutulmuşluğun işlediği, tıpkı kendisi gibi yıkık dökük odadaydı yine. Gözlerini aralamasa bile, yakasını bırakmayan kokular ve sesler nerede olduğunu acımasızca yüzüne vuruyorlardı. Hastabakıcılar tartışmanın verdiği öfkenin ve onu uyuyor sanmanın pervasızlığıyla söyleniyorlardı.
“Halime gız! Değişiver şunun altını.”
“Canıma yettin gari! Gendin anca gırıtıyon, pis işleri bana yaptırıyon! Sölicem seni Musta müdüre. Gezbanınan çalışmam diyecem.”
“Kapa gız çeneni! Ben gıdemliyim, ne desem onu yapıcan. Valla gözüyün yaşına bahmam!”
Onlar öfkeyle işini yaparken, her bir dokunuşlarında hissettiği acıyla gözlerinden yaşlar akıyordu. Sürekli yatmaktan vücudu yara içindeydi. Iztıraplarının tek kurtuluşu olan ölüm kapısı neden bir türlü aralanmıyordu? Hayatı boyunca başına gelen hiçbir şey için Allah’a isyan etmemişti, fakat artık acılara dayanacak gücü kalmamıştı.
Hastabakıcılar işlerini bitirip odadan çıktıklarında, sükûnet bulmanın huzuruyla tekrar hatıralarına döndü. Aynen o zamanlardaki gibi kalbi heyecanla çarparak Feridun’u düşündü, ne kadar da yakışıklıydı mavibeyaz takım elbisesiyle davete geldiğinde. Onu ilk o zaman görmüştü, şimdi adını bile hatırlamadığı birinin arkadaşıydı. Bahçeye girdiği andan itibaren yakışıklılığı ve nezaketi ile herkesin dikkatini çekmişti. Cazibesiyle bütün kızlar büyülenmiş, neredeyse dilleri tutulmuştu. Onunla tanışmak ve arkadaşlık edebilmek için birbiriyle kıyasıya yarışa girmişlerdi.
Oysa Feridun hiçbirine yüz vermemiş, yalının duvarlarını yalayan Boğaz’ın suları gibi masmavi gözlerini sadece ona sabitlemişti. O ise davet boyunca utangaçlığıyla ondan köşe bucak kaçmıştı.
Bir ara soluklanmak için arka bahçedeki büyük çam ağacının altına uzandı. Her zaman yaptığı gibi gözlerini kapayıp, hayallere dalacaktı. Lâkin Feridun bir türlü aklından çıkmıyor, eski hayallerinin yerini elinde olmadan onun hayali alıyordu. Bir ara yüzüne eğilen birinin varlığını hissettiğinde panikle gözlerini açtı. İşte o an; savunmasız ve biçare haliyle, tüm gün saklanmaya çalıştığı, aklını başından alan mavi gözlere yakalandı. Gözlerinden kalbine akan o bakışta, Boğaz’ın büyüsüne kapılıp sularının en derinine çekilircesine kayboldu.
Feridun’un o gün yaptığı özel görüşme teklifinden sonra herkesten gizli saklı; pastane köşelerinde, çay bahçelerinde buluşur oldular. Arkadaşlıkları gün geçtikçe tutkulu bir aşka dönüşmüştü. Bu kısa süreli görüşmeler her ikisine de artık yetmiyor, bir an önce evlenmeyi hayal ediyorlardı. Hanzade’nin bu yıl liseden mezun olmasıyla birlikte hemen evlenip, yuvalarını kuracaklardı. Feridun zaten üniversiteyi bitirmiş, işe başlamıştı.
Henüz başlamış olan yağmurun damlaları, pencere camına şiddetle çarparken birden gök gürlemesiyle irkildi. Aşkları da böyle aniden ve şiddetli başlamış, fakat tıpkı ilkbahar yağmuru gibi çarçabuk sona ermişti. Aşkını ömrü boyunca kalbinde gizlice yaşatmış, sevdası bedeninin her bir yanına kök salmıştı. Acaba Feridun da onun gibi sevdasına hâlâ sadık mıydı?
Gezmeye gittikleri Büyükada’da yine böyle fırtınalı bir havaya yakalanmışlar, orada mahsur kalmışlardı. O gece Feridun, onu ilk defa kollarına aldığında;
“Nefesin nefesim olsun ömrümün son anına kadar. Aldığın her nefes benim yaşam kaynağım olacak” demişti.
O da kalbini ve ruhunu çoktan adadığı ebedi aşkına, tüm masumiyetiyle bedenini de teslim etmişti. Bundan sonra tek vücut, tek nefestiler.
Ada’dan döndüklerinin ertesi günü Feridun’un aniden ortadan kaybolmasıyla perişan oldu. Günler ayları, aylar yılları kovaladı, Feridun’dan ne bir ses ne de bir haber çıkmadı.
Hayatı boyunca ne aşkından ne de yaşadıkları o geceden asla pişmanlık duymadı. Aşkla dolu geçen o dört ay için hiçbir zaman keşke yaşanmasaydı demedi. Aksine, ömrü boyunca yaşadığı bütün zorluklara kalbinde sakladığı aşkıyla göğüs gerdi. Anne ve babasının vakitsiz ölümlerinde, maddi olarak dibe vuruşunda hatta felç olduğunda dahi tek dayanağı aşkıydı. Hastalığından önce bile evlenmeyi bir an olsun düşünmedi. Çünkü Feridun onu terk etmiş olsa da aklından ve kalbinden silinmeyen aşkına sadakatsizlik yapamazdı.
Bütün geceyi, hatıralar ve kâbuslar içinde acıyla geçirdi. Sabah, hastabakıcıların seslerini duyduğunda, kahvaltı saatinin geldiğini anladı. Dünkü kavgalarına rağmen bugün tekrar sıkı fıkı olmuşlardı, odaya girdiklerinde hâlâ sohbet ediyorlardı;
“Gız diyom ya, dinlemiyon mu beni? Hani geçenlerde gazeteler neyim yazdıydı ya suçsuz yere tam otuz sene içerde yatmış diye. O, garibim…”
“Hee… Yani o adammış bu gelen?”
“He. Aha işte geldi bile. Bak, gapıda dikiliyo!”
“Hanzade abla, gız uyan! Ziyaretçin var, Feridun Bey geldi!”
-SON-