MEHMET BAŞ
Niğde'nin Kaybolan Siluetleri
Çocukken at arabalarına asılır arabacının vurduğu kamçı ile nerden geldiğimi şaşırırdım. Tek serveti biriktirdiği gazoz kapakları ve bilyeler olan çocukların anlattığı bir masalın gökten düşen üç elmasından biriydi hüznüm. Kanayan yarama bir yara bandı gibi yapıştırırdım fiş dosyamdaki sessiz harfleri. O vakitler, günler uçurumların kenarında koşan atların yelesinde takvimsiz akşamları çağırırdı. Akşamlar Torosların kızıllığında koyunların çan seslerine karışırdı.
Akşam ezanı okunurken sokaklar telaşlı bir çocuk sesine karışır evlerin önünde saçlarına yeni ak düşmüş al yazmalı annelerin çağrısı yankılanırdı. Şimdi ne o evler ne o anneler ne de o at arabaları kaldı. Şimdi hayat ıssız bir çöl gibi asansörlerin sırtında bir kattan başka bir kata taşınıp duruyor. Şimdi hayat taksitlere bölünmüş kâbusların ardı sıra geçip gidiyor.
Tüm bu olup bitenler arasında insan bir noktada duruyor ve kayıplarını aramaya başlıyor. Çoklarının kendini çaldırdığından kaybolup gittiğinden dahi haberi yok. Anılar siyah beyaz fotoğraflar gibi bit pazarına düşmüş albümlerin içinde sararmış resimlerin arasında unutulup gidiyor.
Şimdi hatıraları bir mektup gibi okuyorum da belki de o vakitler hayat Niğde'nin o soğuk zemherilerinde bakkaldan leblebi tozu almış bir çocuğun burnunu çeke çeke siyah önlükler içinde okuldan eve dönüşüydü. Belki de hayat yeni alınmış lastik ayakkabıları sevinçten bağrına basıp uyuyan çocukların alınyazısında nakışlanan eski bir rüyaydı.
Nereye gidersem gideyim nerden bakarsam bakayım Niğde bir kutup yıldızı gibi duruyordu göğümde. Ve ben bildim bileli yalnız bırakılmış bir şehirdi. Onda sahillerin şımarıklığı onda ovanın hırçın kalabalığı hiçbir zaman olmadı. O vakitler yoksul evlerin tüten bacalarından göğe bir dua gibi yükselen dumanlarıyla vakarın yoksulluğun ve garibanlığın şehriydi. Caddeler ışıklı tabelalar ile donanmamış tek katlı evlerin üstüne betondan kâbuslar üst üste bindirilmemişti. Dört tarafında suların çağladığı ağaç hışırtılarının bir müzik gibi çınladığı günlerdi o günler.
Kış günlerinin buz tutmuş saçakları altından geçerken Niğde yüzüme bir şamar gibi değen ayazıyla bana kendi yalnızlığından bir hisse yaşatıyordu. Gerçekten insan yaşadığı coğrafyanın emzirdiği bir çocuktu. İnsan zamanla yaşadığı toprağa benziyordu. Şimdilerde içimde ıssız trenlerin gelip geçtiği bitmeyen bir bozkır uzanıyorsa sebebi bu topraklar olsa gerektir.
Yıllar pansumansız bir yara gibi gelip geçerken ve plastik çiçekleri andıran suratlarda sahici bir gülüşün izini ararken neden insan kendine sığınacak bir liman arıyor. Neden insan gördüğü bu rüyaya tabir arayıp duruyor. İçimde kentlerin bir deniz gibi uğuldayan sesi. Kalbim kendinden başka gidecek kimsesi olmayan öksüz bir çocuk gibi Allah'ın huzurunda boynunu bükmüş öylece bekliyor.
Şimdi düşünüyorum da ah zavallı hüzün sığınacak bir yer bulamadın da geldin benim kalbime mi sığındın. Ezelden ebede doğru bir rüzgâr esiyor işte. Küllenmiş bir ateşin korlarını önüne katmış elinde akşamın kırık kadehleri bir ordan bir burdan esip duruyor.
Alnımda kaderin uçsuz bucaksız sahralarının adresi kaderimin kapısında bitmeyen bir nöbetin tekmilini verip durmaktayım.
Evet; Niğde'nin etrafını saran dağlar insanın yalnızlığını daha da artırıyor. Bir suyun susadığını bir çeşmenin susuzluğunu anlatır gibi anlatıyor insana garipliğini bu şehrin akşamları.
Geçmiş ve geleceğin yorgun süvarileri oklanmış atların sırtında güneşten mızraklarıyla gelip geçiyorlar önümden. İçimde bitmeyen yağmurların ürpertisi. Ben ağlıyorum Niğde ağlıyor bulutlar ağlıyor.