Bir millet inşa edicileri; sanatkârları nispetinde mamur; ifsat edicileri; bozucu ve yıkıcıları nispetinde de perişan ve harabe olur. Büyük medeniyetleri inşa edenler, hep dimağları ve gönülleri aydın bilgeler, muhayyilesi ve ruhu engin rikkat sahibi sanatkârlar, vicdanları diri, insaf sahibi gözü gönlü tok kanaatkâr tüccarlar, gönül erleri, kendilerini Hakk'a ve halka adamış fedailer ile merhametli, adil, dirayetli, asil ve sahavet sahibi liderler olmuştur. Böylesine inşa edicilerin olduğu bir memleketin semasını, yıldızlar gibi parıldayan ve insanlara yol gösteren nurlu kelimeler, varlığa can ve hayat veren ilahi bir nefha gibi mütemadiyen esip duran letafet, rikkat, rahmet meltemleri, nisan yağmurları gibi ölü bir toprağın üzerine yağdığında orayı cennetten bir bahçeye dönüştüren sahavet ve mertlik duyguları doldurur da, o memleket mamur ve bahtiyar olur. Uleması, sanatkârı, tüccarı, siyaset edenleri ve tebaa, hep aynı semanın altında, aynı tefekkürün ikliminde aynı havayı solar, aynı letafet, hüsn ve rikkat duygularından beslenir, aynı maneviyatı yaşar ve aynı dili konuşurlar.
Letafet, güzellik, zevk, mizan, nizam, mana iç içe geçer, mezc olur, zengininden fakirine, şehirlisinden köylüsüne, soylusundan dilencisine kadar, hepsinde ortak, tabii, olağan bir mizaca dönüşür. Bundandır ki, geçmişte, İstanbul'a nazaran o gün bir köy mesabesinde olan Safranbolu'da, bir fakir köylünün evi de, bir paşa ya da ağanın evi gibi, bir sanat eserine dönüşmüştü; aralarındaki fark, sadece hacim ve büyüklük olmuştu. Çünkü ikisini de inşa eden ustanın, sanatkârın tefekkürü, meziyeti, mizacı aynı kaynaktan beslenmişti. Ya da Kanuni Sultan Süleyman ile Mimar Sinan, aynı mana, zevk ve ruh ikliminde buluştukları içindir ki, Süleymaniye Camii gibi harikulade bir sanat eseri ortaya çıkmıştı. Bugün, bütün talan ve yağmalara rağmen hala tüketilemeyen vakıf malları, eserleri ve arazileri de, yine aynı manevi iklimden beslenen, aynı şuur ve tasavvurun ruhlarını, dimağlarını aydınlattığı, gözü gönlü tok, sahavet ve mertlik erleri asil zengin ve tüccarların, paşazadelerin ve onların eşleri ve çocuklarının eserleridir. Tabiatında şer ve kötülük meyilleri olanlar bile, bu iklimin pak ve temiz havasından, rayihasından mest olur, başları döner de bu emellerini gerçekleştirme kuvvet ve kudretini kendilerinde bulamazlardı. Aksi de böyledir; bir memleketin semasını, bir lavın ağzından fışkıran ateş kütleleri gibi yakıcı, yıkıcı kelimeler; kin, öfke, hiddet, nefret, hamaset duygularının bir çöl rüzgarı gibi boğucu, kavurucu fırtınası; şehvet, bencillik, aç gözlülük, ihtiras gibi duyguların zifiri karanlığı kapladığında ise, orada huzur kalmaz, düzen ve mizan bozulur, terör, kaos, zillet, sefalet kol gezer. Güzellik adına, letafet ve rikkat adına, mizan ve nizam adına ne varsa, suyu çekilen, kuruyan bengisu pınarları gibi, hayattan çekilir, o beldeyi terk eder, çorak hale getirir.
Dünyanın bugün içerisine sürüklendiği kaos, insanlığın yaşadığı felaketler; inşa edicilerin, aydınlık ruh ve dimağların, rikkat, letafet, güzellik erleri sanatkârların, adil ve merhametli liderlerin azlığı ve de ifsat edicilerin, ruhları, dimağları ve vicdanları karanlık hodbin zalimlerin ellerine geçirdikleri güç ve teknoloji ile insanlığa musallat olmaları, ruhlarındaki cehennemi karanlığın cıva gibi hayatın üzerine çökmesi sebebiyledir. Bunların hükmettiği bir dünyada, bütün güzel kelime ve kavramlar, adeta yaşananlardan haya ederek, ruhları incinerek gerçek sahibine doğru yükselirken, yerlerini ise Şeytani bir mizacın ürünü olan ve kökleri cehennemin ateş ve irininden beslenen, zakkum ağacının meyvelerinden devşirilen, içleri ateş, öfke, ihtiras, şehvet, ihanet, riyakarlık, bencillik, kan, irin olan kelime ve kavramlar işgal etti.
“Kelimeler” dediğimde, dudak büküp, istihza ile "kelime mi?" deyip geçmeyin! Çünkü hilafet makamına yükseltilen insana ilk bağışlanan ve öğretilen kelimelerdir. İnsanın, melekler ve diğer varlıklar karşısındaki ilk imtihanı kelimeler ve isimlerle olmuştur. İblis ‘in isyanına sebebiyet veren ruhundaki kibir ve haset de yine ateşten sözcüklere dönüşmüştü ve kendisini yakmış, bulunduğu makamdan alaşağı etmişti. Âdem (as) dahi, rabbinden kelimeler alarak, bu kelimelere sığınıp onları aracı kılarak affettirmişti kendisini. Kelimelerin her ne kadar madde dünyasına bakan yüzleri harf ve sözcükler ile sınırlı ise de, manaya bakan yönleri açık ve derindir. Her biri geldiği dünyanın, beslendiği kaynağın kesafetini, tadını, rayihasını, neşesini ya da buhranını, ışığını ya da karanlığını, lezzetini ya da zehrini taşır. Gönül iklimine bir buhar, bir ıtır gibi ya da bir ışık huzmesi gibi nüfuz eden mana esintileri, o iklimin ocağında pişer, dinlenir, kıvam bulur, tad ve renk alıp dimağa akar. Yerin katmanlarından; maden ve toprakları arasından süzülerek Yeryüzüne ulaşan su, nasıl ki içerisinden geçtiği toprağın muhtevasını; maden ve mineralin tadını, rengini, ısısını, taşırsa, bunun gibi, manalar da, içerisinden geçtiği gönül dünyasının muhtevasını taşır. Eğer o gönül dünyası bir cennet bahçesi ise, onun rayihasını, lezzetini ve serinliğini taşır; yok, bir cehennem çukuru ise, onun kokusunu, kan ve irinden rengini ve hararetini taşır. Dimağ ise, gönülden damlayan bu kıvamlı usareye, mizacına uygun; letafet ya da kerahetine, hüsnüne ya da kabihliğine, nuranilik ya da zulumatına münasip ses ve formlardan oluşan bir ambalaj, bir zarf ihdas ederek ona varlık kazandırır. Burada da, gönülde olduğu gibi, dimağ da kendi rolünü oynarken, önceden oluşmuş olan mantıksal örgüsünü, zihinsel kodlarını, ön kabullerini, tefekkür mekanizmasını ve bir de hafıza ve hatırasını işletir. Hiç bir dimağ, ilişkide olduğu kalp ya da gönülden bağımsız şekillenmez ve işlemez. Her zaman aralarında birbirlerini besleyen ve harekete geçiren kanallar, ağlar ve mekanizmalar vardır. Dolayısıyla da, kelimelerin son olarak şekil aldığı, ete kemiğe büründüğü dimağ ya da akıl mekanizması, her zaman, bağlı bulunduğu gönül dünyasına uygun bir ürün intaç eder.
Bireylerin gönül dünyaları ve dimağları olduğu gibi, milletlerin, kültür ve inanç havzalarının, medeniyetlerin de gönül dünyaları, dimağ ya da akılları vardır. Bir milletin ya da medeniyetin gönül dünyasına hâkim olan iklimi, akıl örgüsünü ve düşünce kotlarını ise, inanç, tarih ve kültür oluşturur. Bu üç unsurun zaman içerisindeki münasebetleri, her birinin kendi gücü ve kudreti nispetindeki katkısı ile mezcolmuş ortak bir gönül iklimi ve onun şekillendirdiği akıl, bir milletin iletişimini sağlayan, anlam ve kavram dünyasını oluşturan, zevk, sanat ve manevi duygularını yansıtan, yaşam biçimlerini ve düzenlerini kurgulayan, olaylara, eşyaya, hayata ve hayat ötesine bakışlarını belirleyen kelimeleri ve kavramları üretir. Sadece bir medeniyetin ürettiği dile, kavramlara bakmak ve bunların hangi temele dayandığını, taşıdıkları ruh, mana, ahlak ve psikolojiyi bilmek, hayatın içerisinde nasıl bir tesir oluşturduklarını gözlemlemek bile tek başına size o medeniyetin mizacı hakkında fikir vermeye yeter.
Hülasa, gönül kuşum ve akıl tayyarem, yine söz ve mana ufkunda bir kelime, bir mana dilenmek için, avare avare çırpına dursun ama, Sani-i ezel ve ebed olan; bütün letafet ve sanatların, bütün mana ve hakikatlerin mutlak sahibi ve yaratıcısı Rabbim, bir tek mu'ciz sözüyle benim yüzlerce söz ve kelimeden oluşan laf kalabalığından ibaret bu mana kırıntılarını, bakın, nasıl toz duman ediyor da, onların yerine hakikatin güneşini parlatıyor:
"Görmedin mi Allah nasıl örnek getirmede; tertemiz bir söz, tertemiz bir ağaca benzer; kökü sabittir; sapasağlam… Dalları, budakları ise gökte… Meyvesini her daim verir Rabbinin izniyle… Allah, düşünüp ibret alsınlar diye insanlara örnekler getirir. Pis söz de pis ağaca benzer; kesilip yerden çıkarılmıştır, duracak hâli yoktur onun. Allah, inananlara dünya yaşayışında da, âhirette de o sabit sözle sebat verir ve zulmedenleri saptırır ve Allah, dilediğini yapar" (İbrahim:24-27).
25 Aralık 2014 / Asanatlar