Ramazan Ayında Kutsal Mekânları Ziyaret

MEHMET ALİ BAL
Ramazan Ayında Kutsal Mekânları Ziyaret
 
Ramazan Ayına girildiğinde oruç kokulu müminler İslam’ın kutsal mekânlarını, özellikle mabetlerini doldururlar. Salgın öncesi benim de böyle bir alışkanlığım vardı. Bir de bu camiler Eyyüb El Ensari (r.a.) gibi ruhaniyet ve maneviyatı yüksek zatların mekanlarıyla iç içe iseler içten dualarla akan kalabalık içinde başka bir havaya bürünürdüm.
 
Özellikle Kan ağlayan Kudüs’ün, inanma ızdırabı çeken insanlığın, yeşeren büyük hayallerin sürgün verdiği gençlik yıllarımda bu kutsal mekânlarda dolaşırken içim içime sığmazdı. Her ziyaretim bir iz bırakır, her gördüğüm içime bir ümit verirdi. Yahya Kemal’in anlattığı Kocamustafapaşa’nın ücra ve fakir İstanbul’un fetihten beri mümin, mütevekkil, yoksul hüznü zevk edinen insanlarının yepyeni bir dünya kuracaklarına inancım tazelenirdi. Hatta Yahya Kemal için bizle iç içe yaşayamadığı için üzülürdüm.
 
İki yıllık bir salgın döneminden sonra geçirdiğimiz bu Ramazan’da yine İslam’ın kutsal mekanlarını ziyaret etme adetimi hatırladım. İçim coşkuyla doldu. Ancak, nereleri ziyaret edecektim? Gençliğimin fiziki ve manevi coğrafyası son yıllarda çok değişmişti. Ben de Hüzün Şairi gibi hüzün ve hıçkırıklar içindeydim:
 
“Çöl çöl olmuş kalbimiz bir hal olmuş bize Şam nerede bu akşam bir hal olmuş bize
Yağmalanmış kalbimin ülkesi Kudüs Filistin ve Endülüs bir hal olmuş bize
Buhara nerede ey baharı unutmuş kalbim Şam nerede bu akşam bir hal olmuş bize
Kurumuş ta içerden İstanbul çeşmeleri
Nerdedir içenleri bir hal olmuş bize” (Osman Sarı)
 
Onca hüzün veren badirelerden, daha da kötüsü kendi içimizden kendimizi fesada verip harap olmamızdan sonra bizi bekleyen çağa ne diyecektim? Ziyaret neredeyse mümkün değildi.
 
“Ey bizi bekleyip bekleyip hüzünlenen çağ
Bir hal olmuş bize bir hal olmuş bize” (Osman Sarı)
diyerek ben de hüzne boğulmuştum. Öyle bir hüzün ve pişmanlık denizinde idim ki, bu gam ve kasvet okyanusunda imdada gelen de çaresiz kalırdı?
 
Yakın tarihimizi bilenler bilir, bizler kendimize ait bir gemide esir alınmış, ayakları zincirli forsalardık. Sonra zaman geldi, zincirlerimizden ayaklarımız kurtuldu, gemimizde kaptan, tacir, yolcu ve maceracılar olduk, geminin bütün hazineleri artık avuçlarımızdaydı, hatta başka altın yüklü gemiler de elimiz uzandıkça mülkümüzdü. Ama ne pahasına? Ayaklarımızı kanatan zincirleri çıkartmıştık, ama heves ve rızamızla benzer zincirleri ruhumuza takmıştık! Ruha bir kere zincir takıldı mı, bütün heves ve kötülük hisleri serbest kalır. Kötülüklerin en büyüğü kibirdir kuşkusuz. Ve kibir diğer kötülüklerden farklı olarak büyüdükçe büyür, hasetle birleşir, yaşadığımız her yeri kaplar, önce dar çevremizi daha sonra da geniş dünyayı temellük eder, başka insanların kapladığı alanlarda yaşanmasını artık istemez…
 
Gurbet acısı vatan havasını soluyana kadar şifa bulmaz derler. Ben de İslam’ın mukaddes mekânlarına gitmeli, ruhumu tedavi etmeliydim. Önce kesif altın ve kumaş kokan pazarlardan geçtim. Sonra zamanımızın yarı mistik yarı seküler ibadet mekânlarında bulundum. Ne yazık ki ibadet mekânlarında bile arkaik ve modern putlara tapınma riski vardı. İslam’ın fiziki coğrafyasındaki şehirlerden geçtim. Merhum Akif gibi yıkılmış hanümanlar, zilletler, mezelletler gördüm. Her bir mukaddes mekânda bir zamanlar içinde gezen ruhların izleri vardı ama kendileri sanki nefy ü hicre mecbur kalmışlardı…
 
Orucun haddeden geçirdiği ruhum bir başka seyahat ve bir başka manada kutsal mekânlarda ziyaretlere başladı. Ruhumun ilk ziyareti Hüda’nın (cc) beyti (Evi) olan kalbe oldu. İbrahim Hakkı’nın beyitlerini okuyarak içeriden açılan kapılarından:
“Dil beyti Hüda’dır, anı pak eyle sivadan Kasrına nüzul eyleye Sultan gecelerde.”
Öyle bir Köşk idi ki bu mukaddes mekân, Sultan’ın nüzulü için tertemiz kılınmış mukaddes yollardan giriyordunuz içeriye. Sivadan tecerrüt etmiş pınarlarının her birinden bir başka İlahi hakikate ve hakikatlerin kutsal mekânlarına erişiyordunuz. Ürperen ruhuma hatiften gelen bir ses yön verdi.
“Masivadan el çeküp mahlukdan ümmidi kes
Virdin olsun her nefes, Allah bes baki heves” (Sultan II. Ahmed’e de izafe edilen bu sözün sahibi için Laedri diyenler de vardır. Bize sahibi değil, hakikati lazımdır.) Kalbimin dilinde “Allah bes baki heves” diyerek seyre başladım.
 
Kalbimin bir ötesinde vicdanı gördüm. O ne mukaddes mekândı, bizzat duyuyordu Allah onun fısıltılarını! Öylesine duru, yalın ve duyarlıydı ki, sahibinin nefsinde bir küçük hatası vicdan ufkunda bir karadelik oluyordu neredeyse. Cellattan önce geliyordu hesabı görmeye ne gece ne gündüz huzursuz ediyordu. O yüzden idi Allah’ın (cc) varlığına delil arayanlar hiç olmazsa vicdanlarına sığınıyorlardı. Vicdan-I mukaddese kalb-i mukaddesinin muhafızı gibiydi. Onu sivadan, zulümden, isyandan ve tuğyandan koruyordu.
 
Heyecanlara kapılarak süren bu seyirde bir başka mukaddes durak hikmet eviydi kuşkusuz. Yaşadığımız, idrak ettiğimiz sayısız eşya ve hadiseyi hikmet merceği olmasa nasıl manalandırırdık? Hikmet Müslümanların yitiğiydi her anlamda. Hep aranması gerektiği anlamda yitiğimizdi. Diğer yandan, gerçekten onu yitirmiştik zamanımızda… Hikmetin kutsal evrakları altından derin bir bilgi ve mana iştiyakıyla, idrak ve akıl kılavuzluğunda geçtim.
 
Bir hataya hep düşmüşümdür gençliğimde, kutsal mekânları hep ihtişamlı yapılar olarak tasavvur ederdim. Tıpkı hakiki adaleti sayıların aristokrat kudretinde aradığım gibi. Halbuki adalet mahza adalet filizi gibi en gizli köşelerde yeşerir. Mukaddes mekanlar da genellikle çoğumuzun akıl edemediği gizli yerlerde inşa edilir. Mesela kimin aklına gelir, en şeni ve deni taarruzlara ve tecavüzlere maruz kalmış bir genç kızın kalbinde gül destesiyle sarılan kutsal mekânı. Ki o mekânda yapılan dualar doğrudan Allah’ın (cc) İzzet ve Rubûbiyet Katına erişir. Kalbime acı veren türlü türlü zulümler, katliamlar, tecavüzler ve tasallutların kol gezdiği bütün İslam memleketlerinde ağlayan kadınların, çocukların ve kızların kalplerindeki kutsal mekânları gördüm. Her bir feryat Ayasofya kubbesi kadar büyük, her bir gözyaşı Hacer-ül Esved gibi yekta, her bir dua narin minarelerimiz gibi zarif manalar içeriyordu.
 
Kutsal mekanlar demişken Medine-tül Fazıla’ya da uğradım. Ahlakın ve erdemin bir ferdi vahit olduğu bu erdemliler şehrinde aklın ve vahyin ışığında güvenle ve tefekkürle gezindim. Acaba Medine-tül Fazıla’nın izdüşümü ne zaman Fergana Vadisine, Bağdat’a, Kahire’ye, İstanbul’a, Şam’a, Delhi’ye, İsfahan’a ve daha nice İslam şehirlerine yansır diye iç geçirdim.
 
Sonra seyir esnasında yükümün içinde bulunan Mukaddes ve idrak ederek okunmayan ve içeriyle amel edilmeyen Kuran-ı Kerim’i gördüm. Kuran’ın pınarlarından beslenen İslam’ın ilim şaheserlerini, şiir anıtlarını, din belgelerini farkettim. Ne garip kutsallarımızı tanımlayan, hakikatlerini aklımıza, ruhumuza ve kalbimize taşıyan bu kutsal eserlerin her biri bir kutsal ve mahfuz mekân gibiydiler. Anlaşıldıkça, okundukça kalbe ferahlık ve akla doygunluk veriyorlardı.
 
Cehalet dalgaları içinde tıpkı Romalı zalimlerden kaçıp yer altlarında şehir yapanlar gibi ben de bir kuytu köşeye çekilip ağladım. Allah’ım niçin putlar gibi taşlaşmış yapılar, altın ve güç kokusu bizde teslimiyet duygusu yaratıyor da niçin gerçek kutsal mekânlarında kalbimiz ürpermiyor diye iç muhasebesi yaptım. Hala da yapıyorum.
 
Tefekkür seyahatimin tamamlanmamış bu safhasında sadece şunu diyebilirim ki, bu mübarek Ramazan ayında kutsal mekânları biraz daha mücerret manaları ve hakikatleri ile idrak edip ziyarette bulunmak faydalı olabilir. Eğer bu seyahati tam bitiren hakikat ve hak âşıkları olursa Bayramları ne de güzel olur!
 
Bütün can dostlara hayırlı Ramazan günleri ve sonunda da gerçek bir bayram sevinci diliyorum.
 
 

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir