FİLİZ SOYDAŞ
Renkler Zıtlık ve Ahenk |ÖYKÜ|
Serra, güzel sanatların son sınıfına geçmişti. Yaptığı resimlerde, renkler birbirine benzer ve uyumlu olurdu. Ona göre her şey belli bir uyum içinde olmalıydı. İki şey birbirine zıtsa yakışmaz, göze hoş görünmezdi. Renklerin uyumuna önem verdiği için, siyahla beyazın bir arada olması onun için gayet uyumsuz, çirkin bir tablo idi.
Son sınıfa hazırlık olması için kısa bir seyahate çıkıp, bolca fotoğraf çekmeye karar verdi.
Annesinin köyüne gidecek, bir haftasını orada geçirecekti. Hem bu sayede dayısını da ziyaret etmiş olacaktı.
Annesine birkaç gündür ettiği ısrar boşa gitmedi ve anne-kız, Demirciler Köyü’ne gitmek üzere yola çıktılar.
Köye vardıklarında vakit akşama bi’hayli yaklaşmıştı. Dayısı onları kasabada karşıladıktan sonra köye kadar sohbet ederek gittiler.
Ertesi sabah, epeyce bir uyumaya niyetlenerek kendini yün yatağa bıraktı.Öyle yorgundu ki bir taraftan diğer tarafa dönmeye bile hali yoktu.
Gün ağarırken uyandı. Güneşin yeni doğduğunu bilmese öğlene kadar uyuduğunu zannedebilirdi. Yataktan kalkmadan hemen bir plan yaptı. Kahvaltıdan sonra fotoğraf makinasını alıp renklerinin uyumu sayesinde güzelleşmiş şeylerin fotoğrafını çekecekti. Uykusunu almış ve oldukça dinç bir halde kalktı yatağından.
Hayatının en güzel kahvaltılarından birini yapıp, dışarı çıktı.
Bahçe kapısından dışarı adımını attığı anda önünden ufacık bir tüy yumağı geçti hızla. Birden irkildi ama çabucak toparlandı. Gözü ile arkasından takip etti. Ağaca tırmanan sincabı görünce gülümsedi.
Sonbahar örtüsünü buraya erken örtmüştü. Etrafta bolca bakır, sarı, kahve renginde yapraklar vardı. Fotoğraf makinasını çantasından çıkardı. Yerdeki yaprakları değişik açılardan çekti. “Harika bir uyum yakaladım.”diye mırıldandı.
Eve döndüğünde öyle yorgundu ki erkenden yattı. Sabaha karşı uyandığında kendini çok mutlu hissetti. Pencereyi açtı. Gözlerini kapatarak serin havaya yüzünü tuttu. “Sonbahar ve gündoğumunu birbirlerine çok yakıştırıyorum. Baksana renkleri nasıl da birbirine benziyor ve ne kadar da uyumlular.” dedi ondan az sonra uyanan kuzenine. Kuzeni gülümseyerek başını salladı. Esneyerek, “biraz daha uyuyayım.” deyip arkasını döndü.
O gün ve onu takip eden iki gün boyunca çevresinde uyum içinde olup onun fikrini güçlendirecek pozlar aradı. Fotoğraf makinası ile resimlerini çekecek ve derste sınıf arkadaşlarına gururla gösterecekti.
Tam anlamıyla hayal ettiği gibi olmadı; aslında düşündüğü gibi pozlar yakalamıştı ama bunların yanında başka güzellikler de takıldı gözüne.
Mesela siyah ve beyaz… Gece siyah, yıldızlar ise beyazdı, ama nasılda birbirlerine yakışıyorlardı.
Serra, şehirde gökyüzünü izlemekten özel bir keyif almıyordu. Bazen dışarı çıkmadan önce hava durumu hakkında bazı tahminler yürütüp ona göre giyinmek için üstünkörü bakardı göğe. Son zamanlarda, meteoroloji raporlarını telefonundan takip eder olmuştu hatta. Gerçi gökyüzüne baksa ne olacaktı ki! Yaşadığı koca şehirde hava pırıl pırıldı da o mu önemseyip gökyüzünü izlerken romantik hayaller kurmuyordu sanki.
Çayırda gezerken bir kenarda, henüz solmamış yeşil çimlerin üzerine dökülen altın sarısı ve bakır kızılı yaprakları gördü. Yeşil çimler ilkbahara, kurumuş yapraklar ise sonbahara aitti. Birbirlerine zıt iki mevsime ait bu renkler de harikulade bir tablo oluşturmuştu.
Evlerine dönmeden bir gün önce, son bir kaç fotoğraf daha çekmek için çıktı. Yoluna bir çift kumru çıktı. Onları ürkütmeden fotoğraflarını çekmek istedi. Tam çekeceği sırada kuşlar birden havalandı. Makinayı yüzünden çekip onları izlemeye devam etti. Kuşlar gökyüzüne doğru kanat çırptı. Gökyüzünde kayboluncaya kadar kımıldamadan izledi onları. Sonra düşündü ki yeryüzü ve gökyüzü de birbirlerine zıt yerlerdi ama kuşlar yeryüzünden gökyüzüne doğru uçarken ikisinin aralarındaki ahengi göz önüne sermişti. Bunları düşünerek döndü eve.
Son akşam, dayısı ve annesi eski günlerden bahsediyordu. Dayısı derin bir iç çekip rahmetli annesinden konuşmaya başladı. Arada bir bardağındaki çayı yudumlamayı da ihmal etmiyordu. “Annem” dedi. “Devamlı, sabah gün doğmadan uyanır, akşam evde herkes yatmadan yatmazdı. Ben annemi tek sefer dışında ne uyurken ne uyanırken görmedim. Bir gün güneş odayı ışıl ışıl aydınlattığı halde annem uyuyordu; çünkü annem rahatsızlanmıştı. Annem öyle çalışkan biriydi ki o gün dışında, onun yüzünü, gözlerimi ayırmadan uzun uzun izleyebildiğimi hiç hatırlamıyorum. O sabah, annem hasta yatağında uyurken, güneşin onun aydınlık yüzüne vuruşunu izledim. Yüzü öyle aydınlıktı ki güneşe ihtiyacı yoktu aslında.” Bardağındaki çaya gözünden süzülen yaşlardan birkaç damlası düşünce içmeyi bıraktı.
Serra, bIr müddet sonra saate baktı. Vaktin, gece yarısına yaklaştığını görünce müsaade isteyip odaya çekildi. Uyumadan önce fotoğraf makinasındaki fotoğraflara baktı. Kuzenine dönüp, “demek ki insanın gözü kolaya kaçmamalı, tembel olmamalı. Günyüzündeki güzelliği görmek kolay, ama kendini yorup, zıtlıktaki güzelliği de aramalı göz.” dedi. Bunları kuzenine söylerken, aslında aldığı derse kendince atıfta bulunmuştu.