YAŞAR BEDRİ
Rüya Korkusu |ÖYKÜ|
“gül, ey bir âna sığmış ebediyet rüyası!”
Ahmet Hamdi Tanpınar
-1. araf
gece parmağını gözüme soksa görmeyeceğim.
karanlıktı! çektim kuyunun olanca yasını. çemberimde ay ölüsü yüzler, hep o şaşkın temaşa. yaşama dâhil edemediklerimizin rüya kasrında kamışla nefes almaya çalışan ölüler olduğunu söylemişti mürşidim.
mendilimize rüya tozları, ıslık lekeleri, sütten kesilen akşamı istiflerdim. bakınca aynanın arkasında kimi görüyordum? hep başka zaman, başka yüzler, başka hatıralar, başka ben… tuvalin karşısına kurulunca, fırçanın, ketende bıraktığı ilk lekenin; palet, fırça, müştemilatın itirazı olarak başlardık düş yolculuğuna. boyadığım atlas, kurulan imgeler zihnimdeki şeylerin dalgınlığı olmuştu. unutulmasın diye, yarım kalmasın diye karanlık kuyuya sarkar gibi inerdik puslu aynalara.
ne zaman bir gemi leşi kıyıya vursa, kendimi menteşeleri paslanmış eski bir kapı önünde bulurdum. can çekişen yaralı martıya, hiç bitmeyecek bir şiirin avucuma bıraktığı sıcaklığa dokunurdum o şiirin yalnızlığında.
rüyalarımın korkusunu yaşardım. anneme kan ter içinde anlatırdım rüyamı.
“rüyayı unut, rüyete bak,” dese de, hayra tebdil olması umuduyla tabir etmesi için gittiğim mürşidim; “aşk, kâinatın en güzel ibadetidir, müsterih ol,” derdi.
uyku hafıza kaybı yaşayan dalgın aynaydı.
*
babam, tahta iskelede çömelmiş bir su damlası kadar olan annemi teselli ediyordu. kelepçeli kolunu annemin boynuna doladı. başucunda bekleyen asker tüfeğin dipçiği ile babama müdahale etti.
“yassak ağam, sarılmak yassak.”
babam doğruldu, omuz darbesiyle askeri tütün balyalarının üstüne düşürdü. doğrulup silahının haznesine mermi sürdü asker.
onbaşı, hazneye sürülen merminin sesine döndü, askere bağırdı:
“ne oluyorsun abdul, nedir bu saçmalık?” abdul selâm çaktı. “yerine geç,” dedi abdul’a.
annem usulca ağlarken, babam sakin görünmeye çalışıyordu:
“hanım kendini paralama. sabırlı ol, martılar bile ‘hayy hak’ der niyaz eder. biliriz ki yusufiye medresesi insanı kâmil, deliyi meczup edermiş. bu mülke itaatkâr, lâyık kul olamadık. bizim için dua edin!”
kirli ruhlar mahşerinde kalbin serinliğine hiçbir yer kalmamıştı.
takaların mora, kırmızıya, maviye kestiği iskele küçük mahşer yeriydi. babamın nakışlı tahta bavulunu güverteye indirdim. şehre çok yakın geçen müttefik tayyareleri puslu göğü motor ve pervane seslerine kesmişti. gözlüklerini burnunun üstüne indiren mülayim ihsan bey kaptan odasındaki kesif ışıkta sürdürdüğü gazete okumasına ara verdi, eğildi baktı karanlık gökyüzüne. başını salladı, rıhtımdaki kalabalığa baktı. hükümlülerin yakınlarıyla sürdürdüğü veda seremonisi yüreğini daraltmıştı.
“çok bekleyecek miyiz kadırgalı?”
kaptan başını eğdi, ‘biraz daha sabret’ dercesine elini kaldırdı, “demir alıyoruz paşam,” dedi.
“görüşe gelirken tütün ve sarı kurabiye getirirsin,” demişti babam. ‘olur,’ anlamında başımı sallamıştım. denizden esen rüzgâr buz gibiydi, annem ağlıyordu: “insan insana ilaçtır bey, adamlarla inatlaşıp kendini ezdirme. tatlı dille öküz bile sağılır.”
gülümsedi babam: “bunlar başka,” diyecek oldu. annem ağlıyordu: “of, of!” çekti. “âh, ne bileyim bey, anamla babam garip gittiler, şimdi sen de gidersin!” yüzünü ışıktan kaçırdı, çemberi ile gözyaşını kuruladı. acısını yüreğine bırakmıştı.
onbaşı babamı kolundan yakalayıp zorla tekneye sürükledi. annemi teselli etmek bana kalmıştı. “bilir edebi erkânı. babam suçsuz, lâkin varsa suçu delikanlı gibi yatıp çıkmasını da bilir.” paçalı beyaz güvercin uçarken daireler çiziyor, başucumuza gelince fır dönüyordu. süzülürken kanatlarını rüzgârda biletmesi çok keyifliydi. çocukluğumda kuşları bacakları açık italik ‘m’ harfi olarak çizerdim. eklem yerleri köşeli olmamalıydı, yoksa kırık metreye benzerdi. kıyıda bu çok daha keyifli oluyordu. çok gülerdik kırık metreye benzeyen martı çığlıklarına.
babam dirseğini kamara lombozunun pervazına yaslamış çok katmanlı mutlu bir rüyadan uyandırılmış gibi anneme zoraki tebessümle bakıyordu. iskeleye çok yakın geçen yorgun mavna ardında beyaz duman dökerek feneri döndü. martılar ısrarla suya saldırıyordu.
sütten kesilmişti deniz. mavnaların bıraktığı pervane köpüklerinden oluşan suyoluna ne çok martı çığlığı üşüşmüştü.
babam yeleğinin cebinden tütün tabakasını çıkardı, gözlerini kıstı, sigara sardı. onbaşı: “tütün yassak efendi!” dedi. “komutanım görmesin!” cebinden asker sigarası paketini çıkarıp babama uzattı. “benden yak,” küpeştede yan gelen teğmene baktı, “görürse canımıza okur.” babam ateşlediği sigarayı ağzının kıyısına yerleştirdi. kelepçesine baktı, anneme baktı. utanmıştı. kelepçe görünmesin diye yün hırkasını üstüne attı.
dalgalar üzüm salkımı gibi sıra sıra dökülüyordu kıyıya. bir ayağı tahta iskelede diğeri teknede direnen genç adama sıkı sıkıya sarılmış yeşil mantolu genç kadın hıçkırarak ağlıyordu. “tahir ile zühre bile olamadık, şimdi gidiyorsun, döner misin bilmem!” kızın rimeli yanaklarına akmıştı. “ağlama,” diyordu genç adam. “bu yola baş koyanın karısı ağlamaz!” çevresine baktı, karısını öpmek istedi, onbaşı bakıyordu, yapamadı. iki yabancı gibi vedalaştılar.
güvertede masanın etrafına dizilen yolcular muma üfleme partisi düzenliyordu. tayyare ve siren sesleri doldurmuştu gökyüzünü. kaptan bağırdı. “karartma var, söndürün mumları!” yüzünü mumla buluşturan teğmen sakin olmalarını telkin ediyordu.
“kuzgundere’nin gümüşî pulcuklarını ışıktan saymıyor muyuz kadırgalı? gitsin onlara çatsın avareler.” fener açıklarında yalpalayıp homurdanan tayyare, arkasında beyaz duman bırakarak irtifa kaybediyordu. “sis üstümüze geliyor komutanım,” dedi onbaşı. teğmen küpeşteye kapaklandı, “başını eğ asker, bulut çarpmasın!” onbaşı kıl payı kurtarmıştı bulut kesiğinden.
“diriden sayılıyoruz değil mi teğmenim? yani, ölürüm belki. söyler misin, ellerimi kefenin dışında bıraksınlar?” teğmen kaşlarını çattı, kızmıştı. onbaşı başını önüne eğip mırıldandı: “yoksa bırakmasınlar mı?”
oğlunu uğurlayan yaşlı adam, vapurlar pervanelerini soğutmaz mı hiç? diye sordu bana, ne diyeceğimi bilemedim.”
babamı son görüşümdü.
kulağına fısıldadığım babam değildi… kimse değildi… onbaşı kolumdan tutup tekneden iskeleye çıkardı beni. sis çökmüş göz gözü görmüyordu. yosun kokan tahta iskelede, bu dünya tenhasında yapayalnız kalmıştım.
pervane hareket etti, köpükler iskeleye çarpıyordu. gürültüyle yola koyuldu tekne. geride beyaz köpükler ve bir sürü martı bırakarak karanlığa ve sise karışıyordu. motor ve egzoz sesi kalmıştı geriye.
bileğimdeki kelepçe yarasını yaladım, tuzlu deniz suyuna soktum. kaykıldığım yerde uyuyakalmıştım.
uyandığımda sis çekilmiş, iskelede kimsecikler kalmamıştı. doğruldum, titriyordum. dolunay sıyrılıp çıkmıştı bulutların arasından, sendeleyerek yürüdüm. önüme düştü gölgem. dizlerim gövdemi zorlukla taşıyordu.
gölgemin canı sıkılmıştı: “gidiyor musun?”
“annem nerede?” diye sordum. “gitti!” dedi. “evet gidiyorum,” dedim. bu kararım huzursuz etmişti gölgemi. “gitme, beni yalnız bırakma. bekleyelim, ustanın suçsuz olduğu anlaşılacak, çok yakında dönecek!” dedi.
keşişleme karlı dağların soluğunu yüzüme yapıştırıyordu. soğuktan gözlerim yaşarmıştı: “seni nefsimden korumak için gitmem gerekiyor,” dedim. “zor zamandayız, her şey daha kötüye gidecek!”
gölgemin buna aldırdığı yoktu. “bundan kötü ne olabilir ki? beni bir şeyden korumanı istemiyorum. kararımı verdim, seninle geleceğim.”
arnavutkaldırımları, yağmurdan sonra yakamoza kesmişti. sıkıntılıydı: “birazdan buluta girecek dolunay,” dedi. “biliyorsun değil mi, hiç kimsenin zorla uydurduğu intihar taslağıdır bu?”
keşişleme sürdü getirdi bulutları. dolunay da sırra kadem basmıştı. “her yerim ağrıyor,” dedi. “artık gidebiliriz!” paltomun yakasını kaldırdım, atlamalı süren eksik düğmeleri ilikledim. “sen babasının sözünden çıkmayan kuzu sarmasıydın. geç geldiğimizde bizi eve almazdılar, atölyeye gider tabutlarda uyurduk.” ceketindeki hızar tozunu silkeler gibi yaptı. arkasını döndü, “arkam tozlu mu? yaş kızılağaç tabutta yatmak çok üşütüyordu. kuru tomrukları biçse eline yapışırdı sanki… pinti herif.” mendireği geçip devrilecekmiş gibi üstümüze sarkan cumbaları, daracık sokakları geçtik. bir sokak lambasından diğer sokak lambasına yürürken şerit değiştiriyordu gölgem. arkasındaki tozu silkeledim. “yaş tabutta yatmamalıydık,” dedim. “romatizmalarım azıttı. eklem yerlerimin ağrısını dindiremiyorum.”
durdum.
durdu.
eğildi baktı. “keşişlemeyle, keşişlerin ilişkisi nedir üstadım?” diye sordu. yüzüm kızardı, utanmıştım, “üstadın değilim, kimsenin üstadı değilim. zinhar mürşidimin yanında böyle isnadı olmayan sıfatı söylemenden men ederim seni.” konuyu değiştirdi, “keşişlemeyi sordum efendim. keşişle ne alıp veremediğini merak ettim. neden bu kadar öfkelendiniz ki?”
karanlık, ipe gerilmiş iki çarşaf arasında üstünü değiştiriyordu.
neden yüzleri, neden yazıları, neden sesleri bir tuvalin içinde buluşturamıyordum? ellerim boyalı. metruk evlerin ve cumbaların örttüğü sokakta yosun kokusu, martı çığlıkları sürüyordu. düdüğünü uzun uzun öttüren bekçi bize temkinli yaklaşmıştı. tabancasının emniyet kayışını çözdü. eli kabzadaydı. gölgem başını kaldırdı: “kötü bakıyor bize herifçioğlu,” dedi.
“istifini bozmadan yürü,” dedim.
bekçiyi sorgu sual olmadan geçtik. yakamoz satan karnalcı önüne düşen gölgesini ezme korkusuyla aksayarak yürüyordu. öyle değil, köşe başında bekliyordu. ay ışığında topladığı yakamozlarına, ışığını kaybetmeden müşteri bulma derdine düşmüştü.
“yakaa-moz, yakaamozlarım taze, yeni çıktı denizden.” ikinci ‘a’ sesini aksanlı uzatarak yakamozlarının tazeliğine bıçkın bir dille vurgu yapıyordu.
sarhoşun biri karnalcının önünde yığıldı. toparlandı, “kaç para?” diye sordu. karnalcı işaret ve orta parmağına götürdü. “bi sigaranı alırım!”
doru kısrakların çektiği fayton, zil sesleriyle ve bir sürü düşle gelip geçti önümüzden. kırbacını havada şaklatan faytoncu kendi uykusunu kaçırma telaşıyla yolculuk menkıbesini gecenin bir yerinde sürüncemede bırakmak istemiyor gibiydi. camları isten kararmış feneri ıslak taşlar üzerinde ışıktan daracık patikalar açıyordu.
nal ve zil sesini duyunca açılan tek kanatlı pencereden sarkan iki çocuk silueti sokağın köşesini dönen faytonun karaltısına baktı. başını içeriye çevirdi: “babam ne zaman gelecek?” kadının gölgesi düştü perdeye, eğildi baktı. bilmemenin sessizliği olmalıydı. sözün bittiği yerde kadının iç geçirmesi doldu oracığa, nefesinin buharı göğü ısıtıyordu. nesneler ve benzeyenleri ‘belki hiçbir zaman’ın kabuk bağladığı yerde hiçlik imgesini sarmalayıp, münzevi hayatların menkıbesini hasıraltı ediyordu. bu yığılma dokunmuştu kadına.
“dönsün babası,” diye mırıldandım. yürekten bir dilekti. babayı bekleme boşluğunu kim daha iyi bilebilirdi ki? terli paltomdan gelen buğu, babamın yorgun ceketine sinmiş reçine ve tütün kokusuna, deva bulmaz düşlerimize karışıyordu. haki paltomun kapüşonunu başıma geçirdim. yeni bir sokak lambasına takılıp sürüklenen gölgem, önüm sıra oynaşan avare üç kafadar sokak köpeğinin üstüne düştü. köpekler dönüp baktı. ortancası dişlerini göstererek hırladı, yavaşladım, yerden taş almak için eğildiğimi görünce kaçtı, diğerleri de peşinden gitti.
“sokaklar çamur bulamaç. yağmurda sürünmek kötücül,” dedi. gölge olmanın yanlışları ve sefaleti üzerine daha bir sürü şey anlattı. sonra isyan etti. “yoruldum, sürünmekten kan revanım, ışıksız bir saçak altında tütün molası versene üstadım.”
“az kaldı,” dedim.
mızmızlandı: “az kalmışmış. bir daha gece vakti dışarı çıkmam seninle.” yolun karşı tarafına geçtim. yerden kaldırmıştım onu, duvara yapıştı.
“peşime takıl diyen mi oldu? eve git dedim sana.”
halinden memnun görünüyordu: “ihtimaller üstadım, âşık değilim, sabır da gerekmez sefer de. geçti gitti.”
yüzüme düşen sarı yaprak öteki nesneleri örtüyordu. aşk bin hece, her hecede bin hüzün, her hüzünde bin hüsün vardı. gövdemi eriyen mumun uykusuna tutsam rüyalarımıza dokunabilir miyim?
mürşidimin kapısının önündeydik. saçıma, sakalıma çeki düzen verdim. pirinç tokmağı yuvasına çarptım. sofaya gerilmiş ip, kilidin dilini kaldırmıştı. kapı açıldı. havuz başında iki sofi karşıladı. “mürşidim müsait mi?” diye sordum. “sizi bekliyor,” dediler. yarı karanlık sofadaki tahta döşemeyi geçtik. şişeli lamba ile aydınlanan oda karanfil buhurdanı kokuyordu. odanın orta yerine kurulmuş yuvarlak talaş sobasından taşan ateş parçacıklarının boruyu tırmanırken çıkardığı çatırtı içimi ısıtmıştı. mürşidim selamımı usulca akan ırmak sükûnetiyle aldı. hasırda gösterdiği yere iliştim. incire ve zeytine verilen yemini, vesvese ve fitnenin göğüs boşluğumdaki çürümesini hissettim. elimi tuttu, gözlerimin içine baktı: “biz çürüyen et parçasını çeker alırız, yüreğini serin sakla!” dedi. sözleri berrak bir ırmak gibi akıyordu: “uysallık bizde kaldı, öfke onlarda. iyi gibiler kötücül, bulaşıcı çıktı. iş ehline değil sorgusuz itaat edilecek akletmeyen kullara paylaştırıldı. ne yazık! eski dostlar servet avcısı oldu.” sobada çırpınan ateş parçacıklarına baktı, iç geçirdi. “ne gam ciğerparem, dünya varsıllığı yanılsamadan ibarettir, bunu bilmezler mi?” biraz düşündü. “hırkasını beğenmeyen âsiler mümkün değildir!..” sırlı aynanın arkasına düşen yokluğumuz, bizi delip geçen yanılsamaların geç gelen duruşmasıydı.
hazirun ve diğerleri başlarını önlerine eğmiş can kulağı ile dinliyordu mürşidimi. şeylerin hayalleri ve aynalar bizim öteki suretimizden ibaret olduğunu düşünüyordum.
-2. ayna yalnızlığı
kıyıya yakın geçen geminin sis düdüğü ile uyanmıştım. oysa kaç gecedir ipek sesiyle, hatırlayamadığım düşlerle uyanıyordum. yastığım terlemişti, çevirdim, yorganı başıma çektim. ağzım tuz içinde kalmıştı. sokakta köpeğin önünden kaçmaya çalışan kedinin canhıraş sesi gecenin ayarını bozması bardağı taşıran damla olmuştu. sıyrılıp indim yataktan. perdenin ara boşluğundan sızan sokak lâmbası daracık ışık koridorunu düşürmüştü odama. terliydim, annemin şalını omzuma aldım. salona geçtim. banyonun lambası yanıyordu. su sesi akan zamana misal olsun diye miydi? suyun damlasının ziyan olmasına dayanamazdım. kapının aralığından abdest alan anneme baktım. yanağından, yaşmağının arasından süzülen su tanecikleri, titreyen morarmış dudağındaki dua sözcüklerine karışıyordu. oturma odasına geçtim. perdeye düşen dalların gölge oyununa bakıyordum. uğuldayan rüzgâr, beton binalara çarpıp düşüyordu. kan revan içinde kalan rüzgâr parçacıklarını ‘içeri al’ derdi annem.
banyodan gelen su sesi çok zamandır vakti geriden takip eden emektar saatin tik’takları ile iki başına yalnızlık korosunu kurmuştu. odaya giren annemin gölgesi dalgın bulut gibi aktı duvarda. “dağlara bakmaktan geliyorum” dedi annem. lahana çiçeklerinin sarı safrana kesip kuzuladığını, zanoy’dan gelen mübadilleri, çocukların ve kuzuların meleştiğini anlatıyordu. “bizden sonra bizi anlatacak kim kalacak?” diye sordu. küçülmüş gözlerini gözlerime kenetledi. “vakte ne kadar var var? kılabilir miyim?” seccadesini düzeltti, secde provası yaptı, gözleri görünecek kadar açıklık bırakıp başörtüsüyle yüzünü kapattı. kerahet vaktini soruyordu. saate baktım, ‘olur’ anlamında başımı salladım. niyet etti, tekbir alacakken vazgeçti, bana döndü: “sen niye kalktın, ezana çok var. üşüme, uykuna dön,” dedi. “uykum bitti,” dedim, gülümsedim. oda soğuktu, elektrikli ısıtıcının fişini prize soktum. niyet etti, tekbir alacakken bana döndü, yaşlı kedisini hatırladı:
“sütoğlan’ın sütünü verdin mi?”
“vermedim,” dedim. “gider veririm.”
sütü alıp kapıdan seslendim. bir sürü kedi doluştu avluya, sütoğlan görünürlerde yoktu. esintiyle yağıyordu. saçak altında kaba döktüm sütü. kediler hırlaşarak doluştular süt kabının başına.
annem hasır koltuğunda oturmuş tespih çekiyordu. battaniyesini üstüne örttüm. perdeyi araladım. elektrik direğine takılmış uçurtmanın iskeletiyle seyrekleşen kuyruğu rüzgarın şiddetiyle sallanıyordu. alnımı cama dayayıp sokakta olup bitenleri seyrettim. sokak bomboştu. camın serinliği iyi gelmişti. sararıp dökülen yapraklar kaldırım ve duvar diplerine savrulmuştu. rüzgârın tellerde hoyratça salıttığı uçurtmaya takıldım.
annemin başı yana düşmüştü. ıslık çalar gibi uyuyordu. radyonun düğmesini çevirdim. içime sinmedi, istasyonları el yordamı geçtim. dönen nesnelerin hikmetini düşündüm. zembereği kurulmuş saatin dişlilerine misal olsun diye dağdan parçalanarak yuvarlanan kar kürtüğünün intihar dişlileri gibi bir sürü halinde dönmesinde takıldım. her şey tavaftaydı; atomlar, insanlar, dünya, ay, güneş, dervişan…
derin bir kuyudan çıkar gibi uyandı annem. aylaklığım ruhumu uyuşturan serumdu. annem öyle tasvir ediyordu divane oğlunu. aklıma gelmiyordu bir şey, boşluğa bakıyordum. kuyuda mahsur kalan karanlığa düzen veren rüzgâr çatının kopmuş çinkosunu çarpıyordu. camdaki yalnızlığıma üzülmüş olmalıydı annem:
“ört perdeyi geceyi içeri alma!”
-3. araz ya da hayaller
contası bozuk musluktan düşen damlaların sesine karışan saatin tik takları dikkatimi dağıtıyordu. okuduğum şeyleri bir sonraki satıra geçmeden unutuyordum. adını koyamadığım bir sürü araz yolumu keserken daha ilk mısraa sığınan sözcük beni içinden çıkılmaz hayallere sürüklüyordu. kulağını kıvırmalı edep erkân öğrensin diyedir saati komedinin gözüne kapattım, tik taklar kesilmemişti. yan odada yatağın içine soktum.
zaman ‘esma’dır derdi annem, saatlerle iyi geçinmek lazım. onlarla inatlaşmaya gelmezler. insana aç kemirgenler gibi saldırırlar.
tokmakçıkları olan masa saatimiz vardı, sahur vakti uyandırmak için kurulurdu. zilin sesiyle uyanır su yılanı gibi yorganın arasından çıkar yastığın üstünde otururdum. ‘sen yat’ derdi annem ‘sofrayı kurana kadar uyu.’ uykum bitti derdim, çok gülerdi buna. davul sesleri duvarlara, cumbalara çarparak doldururdu arastayı. camın buharını siler, sokaktan çabuk adımlarla geçecek davulcuyu merakla beklerdim. sahur sofrasında “büyüyünce davulcu olacağım,” demiştim. babamın kaşığı ağzına bir karış mesafede asılı kalmıştı. uzunluk kavramını bilmiyordum, öylesine nitelemiştim kaşığın ağızla olan mesafesini. anneme ‘neler diyor bu hayta?’ merakı ile bakmıştı babam. annem gülmüştü, “davulcu olacakmış.” babam bir anlam vermemişti, “davulcu mu?” başımı salladım. babamda gülmüştü. itiraz edilmeyen, sıradanlaşan bir meslek olmuştu birden. “ol bakalım,” dedi. pencereye koşmuştum, sokakta davulcudan geriye, taze yağan kardaki ayak izleri kalmıştı.
babam az konuşurdu. ben inat ettikçe, oruç tutacak yaşa gelmediğimi söylese de çarşı camiînde teravih namazı kılmak için peşine takılmama ses çıkartmazdı. onun yanında yürümekten büyük keyif alırdım.
sahur ile sabahın arasındaki uyku araf uykusu gibiydi. sofradan kalktıktan sonra kayısı hoşafına kepçeyi daldırır, mutfak kapısının arkasında gizlice içerdim. hoşafı fazla kaçırdığım sabahın birinde dalgaları nevresim gibi kumsala serip, el hüneriyle derine çeken kıyıda denize işemiştim. dalgaların ıslaklığı döşeğin ıslaklığına karışmıştı. gene su yılanı gibi başımı kaldırıp doğruldum. babamın ıslık çalar gibi durgun su kıvamındaki horlamasına annemin susturucusu kopmuş iki zamanlı motor ritmindeki horlaması karışıyordu. arada bir teklese de karşılıklı, inada binen düello sabaha kadar sürüp giderdi. çamaşır selesinden elbiselerimi alıp değiştirdim. kardeşimi usulca ıslak zemine yuvarladım. sabahleyin banyodaki ıslak pijamalarım ele vermişti beni. bu komplodan da darp almadan sıyırmıştım.
annem öfkesine çabuk yenik düşerdi. babamdan hırsını alamayınca birikmiş enerjisini kardeşim küçük olduğu için bende tüketirdi. kadınlar arası toplantılarda babamı komşulara şikâyet ederken hovarda biri olduğunu söylemişti. hovarda ne demek olduğunu bilmiyordum, anneme soramazdım. bir akşam yemekte babama sordum. babam işin rengini anlamış olacak ki anneme ters ters bakmıştı.
“ne diyor bu oğlan?”
annemin gözleri sulanmıştı. hıçkırarak, “kendine sor!” demiş, sofradan kalkıp mutfağa geçmişti. annemin ağlaması belli belirsiz sitemli sözlere karışıyordu. kız kardeşim ayağıma vurmuş, başıyla sıvışalım işareti vermişse de keyif vermişti bana küçük ev faciası. hep biz mi azar işitecektik? kırsınlardı birbirini. olacakların sonunu görmeden şuradan şuraya gitmeyecektim. babam tabağındaki yemeği bitirmeden kalkmış, anneme bağırıp olayı kökünden çözmeye gitmişse de, başına geleceği tahmin eden annem karanlık mutfakta uzun rekâtları olan nafile namazına niyet etmiş olurdu.
odamıza yalnız gitmeye korkan kız kardeşim dizlerini göğsüne çekmiş, iskemlede bir düğüm olmuş korkulu, boş gözlerle bana bakıyordu. babamın öfkesi sabun köpüğü gibiydi. bu gecenin de fırtınası kayda değer infial yaşanmadan geçtiğinin sinyallerini veriyordu. babamdan iş çıkmayınca annemin seccadesine sırt üstü uzanmış, şaklabanlıklar yapıyordum. secdeye denk gelen yerdeki göbeğime başını koymak zorunda kalan annem kızdığı zaman sureleri sesli okuması ‘sabrının tükendiği’ anlamına geliyordu. biliyordum ki babam evdeydi ve annem onun yanında bizi dövmeye cesaret edemeyecekti.
annem selam verdi. gözleri yaşlıydı ve ben hâlâ ‘hovarda’nın ne anlama geldiğini bilmiyordum. annem tespihini çekerken başımı kucağına koymuştum. dua ederken avucumu avucunun içine kepçe gibi daldırıp, duasına ortak olmam anneme zevk verirdi.
“kız ana, bişe sorcam sana!” dedim. “ne?” dedi. “kızmak yok tamam mı?” annem bu pazarlıktan canı sıkılmış olmalıydı, eğilip salona baktı: “nerde o hayırsız baban?” elini tuttum, “bilmem, içerde bir yerde. bırak babamı, benle konuş sen. bişe demedin, kızmıcan tamam mı?” başını salladı annem, başımı seccadenin üstüne usulca yatırıp doğruldu. mutfak kapısının aralığından baktı. babam gazetesini okuyordu. yanına gittim, kulağına yaklaşıp usulca sordum.
“söylesene, hovarda ne demek?”
kemik ve kan kokuyordu sokaklar.
radyoda parazit, gece ajansı, arkası yarın, yurttan sesler korosu, çocuk yarışması…
“evde hayvan bakıyor musunuz?”
çocuk yanıtlıyor, “babam balığı işe götürdü.”
“nerede oturuyorsunuz?”
çocuk düşünüyor.
“biz başka yere taşınıyoruz.”
“nereye?”
çocuğun sesi yükseliyor, “parka.”
en enteresan diyalog rüyaları bekletme durağına uluorta sızmıştı.
“acıkınca sıcak yemek yiyorum,” diyor çocuk.
“ne yemeği?” çocuk sallandı, parmağıyla dudağını çekiştirdi.
“mavi…”
-4. şey ile gölgenin tuval yolculuğu
“zînhâr eline âyîne vermem o kâfirin
zira görünce sûretini bütperest olur”
Nef’î
hangi aynayla yüzleşsem bizim çocukluğumuz. hangi kediye süt versem annemin sütoğlan’ıydı.
akşam ezanı okunma saatlerinde kaldırımda oturur babamı beklerdim. babam işten yorgun argın dönerdi. sigara ve reçine kokusu sinerdi ceketine. bu çok hoşuma giderdi. fileyi elinden alır, koşarak çıkardım merdivenleri. babam içeri girmez, “ben geldim,” derdi. bunu ona sorduğumda evimizden eksik olmayan misafirleri ima eder, her kapalı mekânın bir mahremiyeti olduğunu söylerdi.
gazetesini okurken çoraplarını çıkartır, mermer kurnada yıkardım. boyum yetmezdi. ayağımın altına iskemle koyar, banyo kazanı borusu ile pencere pervazı arasına gerilmiş bakır tele asardım çoraplarını.
bazı akşamlar arkadaşları gelir, çıkardılar. kim olduklarını, nereye gittiklerini hiçbir zaman öğrenemedim.
ben ‘şey’dim, resimlerim ise ‘rüya’. perdeye düşen gölge oyunu gibi sessizdi hayatımız. okulumu ve ders çalışmayı sevmezdim. babama göre dünyanın en tembel öğrencisiydim. tüm notlarım pekiyi olan karnemdeki kanaat yazısını ve imzasını eleştirerek öğretmenimin niteliğini sorgular ve notlarımın bilgi gerçeğimi yansıtmadığını söylüyordu. annem pek karışmazdı okul hayatıma. ne resim yapmama kızardı, ne de resimli kitaplar okumama. yaramazlıklarımdan bıktığı zaman resim defteri almam için para bile veridi. bu da onun en az bir gün kafasını dinleme anlamına geliyordu. akraba, dost ziyaretlerinde kadınlarla yaptığı sohbetler ilgi alanıma girdiği, kılçık olduğum bir gün nerden esmişse sormuştu: “senin dersin yok mu?”
omuz silkmiş “akılsız kitaplarla zaman geçmiyor,” demiştim. akşam kahvesini masaya bırakırken sorgulayan ses tonuyla babamın yüzüne bakıp sitem etmişti.
“bey, şu oğlana neden aklı başında kitaplar almıyorsun?”
-5. mürşidim gül dilini bilirdi
rüyamda babamın döndüğünü görmüş, tabir için mürşidime gidiyordum. dalgınlıkla ineceğim durağı kaçırmıştım. dünyanın ortasında yapayalnızdım, riya artarken kentin sefası kalmamıştı. avludaki sebil suyunu kurutmuş, güvercinlerini uçurmuştu. omzuma dokunan el ürküttü beni, döndüm yaşlı kadın işgal yıllarından kalma, rengini güneşe bırakmış bordo renk mantosu ve şapkasıyla gözlerime bakıyordu. kaşlarını çatmıştı:
“çocuklar bayım, neden doldular avluya? güvercinler nereye gitti?”
avluda sadece babamın hayali vardı, el sallıyordu. yaşlı kadın benden bir açıklama bekliyordu. “çocuklar bayım, dönmeyen babaları için toplandılar.”
babamı, vaktinde uyanamadığım bir bayram sabahı şu çınarın altında bayramlıklarımı giymiş, namazdan çıkmasını bekliyordum. güvercinler avucumdan toplamıştı taneleri.
yürüdüm. yaşlı kadın peşim sıra geliyordu. adımlarımı hızlandırdım. bana yetişme çabası boşuna olduğunu anlayınca geriye dönmüştü.
kimse değildi o!.. ayırt edemiyordum kimler geçiyordu ayak izlerimizden
zamanın belleği kutsanırken, düş aralığından sızan kayıp ruhlar; ‘melali anlamayan’ bir sürü put adam dökmüştüler kalıplara. kalpleri boşaltılmış put adamlar kartondan ve betondan karmakarışık şehirler kuruyor, kendilerine dokunmayacak kanunlar yapıyordu.
‘hüznün bize yakışma hal’leri’ üzerinde düşlerin hem içinde hem dışında olma ihtimallerini düşündüm. baba, oğul, kutsal ruh adına veya incire, zeytine, güvenli şehre verilen yemin adına bizi içine alan kuyuda sürüsünü kaybeden çobanlardık.
o sisli gece babamı götüren mavnanın gıcırdayan küpeştesini, direğinde işkence çeken yamalı, yırtık yelkenini unutamıyordum. yaralı tayyarenin suya gömüldüğü gecenin rengine boyandığımdan beri kaç zaman geçmişti? karartma geceleri, ekmek karneleri, yassıada duruşmaları yüzüme gözüme duruyordu. ne zaman gemerek’ten geçsem üşüyordum. ihanet rüzgârı esince; muhtıralar, bildiriler, tankların ağırlığı, yakalanma korkusu beynimde urlaşıyordu! kaçıp saklanacak hiçbir yerim olmadığı endişesini düşüncemden atamıyordum. sürçen bilincimdeki arbede sürüyor, art arda sıralanan kelimeler sürekli yer değiştiriyordu. aklın enkazından ve rüya kırıntılarından geriye hiçbir anlam taşımayan ihtimaller kalmıştı.
her acı sessizlik komasıydı. mürşidim de bir gece vakti sessizce götürülmüştü. ondan da bir haber alamamıştık. acısı konuşuluyordu. uçuruma düşen gülün yankısıydı dualarımız. düşler huysuz kısrağın yelesinde uçuşuyordu. hal dilimizden anlayan kimse kalmamıştı.
mürşidim ‘gül’ dilini bilirdi!..
*
babam‘ı yolcu ettiğimiz akşamdan sonra bir sürü akşam geçmişti. bir sürü mevsim bir sürü gönül kırıklığı. kutsanmış ölüler, protezli demokrasiler, gözleri bandajlı adalet körleri, ihtilaller, failler, sehpalar, zindanlar, infazı pazarlıklı duruşmalar, gözaltılar… kurşunların önüne çıktık, tekmelenen sehpaların yerine geçtik. elimize bulaşan pagan salyasıydı, keşiş serinliği, terazi pası. kösler vuruldu, ilahiler okundu, hazirûn dünya mülkünü yağmaladı dediler. önce inanmak istemedik. aklın yaptığı her şey duyguların varlığını inkâr üzereydi.
ay üç mızrak boyu yükselmişti, gök atlasında gümüş bir aynaydı. doludizgin geçen hayatları gösteriyordu bize.
*
kana tere batmış halde uyandım. yaş kızılağaç tabutun içine candan ve ruhtan kesilmiş bedenimle koyulmuştum. mürşidim kollarımı kefenin dışında bıraktı. herkes gitmişti, genç sofi talkım verirken çırılçıplaktım.
annem sessiz bir ırmak gibi akarken rüya içindeki rüyalarıma ucu işlemeli yaşmağını örtüyordu. silmeyi unuttuğumuz duvar yazılarında bizi siz yapan muhannet kokusuydu. babamla geçirdiğimiz son akşamdı, son sözlerini hatırlamaya çalışıyorum.
çok uzun sürecek bu yalnızlık! ruhlar ülkesinin maskarası!.. geldim işte, gece kirimi saklıyor. saçımı, sakalımı dağıttı gördüğümüz rüya. boyası silinen rüya kabartmalarında kimler olmalı?.. kimseye görünmeden indik rehine pazarına güzelim acılara bir ömür adamıştık.
kıyıdaki deli bir başına konuşuyordu:
“bu şehir bana incil’i hatırlatıyor. “tanrı öfke saçtığı’ dediği kısımdan bir önceki bölüm…”
babamı yolcu ettiğim kıyıyı bekliyordum. annem sanıp öpüyorum martı seslerini.
var ile yoğ arasında kaybolmuş dalgın nüshalar yok olmuştu. bir sürü yıldız kaymıştı dünya yalnızlığıma. hüznümüzü dalgın su perisi yaptık.
rüyalarımızı sokan yılana sorarsan ateş almak için gelmişti. kıvrıldı yattı yolumda. “soldaki fincana yatırmıştım kefen paramı,” dedi.
“zehrin ne zaman karışır kanıma?” diye sordum. tısladı, peltek dille anlaşılmaz sözler etti, soluğuyla yanan mumu söndürdü. başını eğdi yüzüme baktı,
“aşkından vazgeçtiğin zaman!” dedi. yoluma yürürken döndüm, mırıldandım:
“sen yanlış sözler edersin şahmeran, ben âşık değilim ki?”
tısladı, güldü şahmeran: “bilmediğini bildiğin gün kıyametin olacaktır!” akşam vadiye serilen asfalt gibi aktı gitti.
ol kenti ağlarken gördüm. dilim diline değecekti, çözülecekti ağzınızın buzu. bunu düşündüm durdum. irtifa kaybeden tayyare gürültüyle denize çakılmıştı.
“dualar sütten kesilecek,” demişti mürşidim. “acılarını sevmeyi öğren!”
her tarafı çatırdayan mavna ışığını suya dökerek gitti.
dünya küf ve tutkal kokuyordu…
trabzon’2013
____________
(Ahmet Hamdi Tanpınar hikâye yarışması birincisi)