Saatler ve Kızıldeniz’in Derinlikleri, Çağrışımlar

MEHMET ALİ BAL
Saatler ve Kızıldeniz’in Derinlikleri, Çağrışımlar
 
Dünyevi (Seküler) araçlardan varlığın hikmetine nasıl yol bulunur? Ya da eşyanın tabiatından fizikötesine nasıl erişilir? Bir şey kendi mahiyetinin zıddına işaretler taşıyabilir mi? Varlıkların kendileri dışında benzeştirilebildikleri, ifade edebildikleri başka varlıklar olabilir mi? Bütün bu tuhaf ve felsefi soruların biriktiği varlık alanı şüphesiz insanın kendini gerçekleştirme çabasının mahrem alanıdır. Mutlak (Kesin) hakikate ulaşmak için de nispi (Göreceli) hakikatlerin dünyasına atıflar taşırlar. Denizin üzerindeki kabarcıklar gibi sonsuza kadar bir görünür kaybolur, bir parlar bir söner giderler… İşte saatlerin içlerinde oluşan derinliklerden denizlerin kalbine gidiş, denizlerin kalbinden hakikatin kendine erişme böyle bir seyahatin sonucudur.

Denizlerin kalbi demişken, büyük okyanuslar ve küçük denizler arasında da bir görecelilik olduğunu söylemek mümkün. Bu anlamda, küçük bir ara deniz gibi görünen Kızıldeniz kendi madde ve manasıyla ne muhteşem bir okyanustur! Derinliklerinde Rahman Suresinin yankılandığını, dünyanın ve ötesinin kelimelerinin bütün canlılığıyla yaşadığını söylemek abartılı olmayacaktır. Bir Peygamberin kurtuluşuna ve bir Firavunun mahvına (Bütün anlamıyla yok oluşuna) mekân, vesile ve şahit olan bu esrarengiz deniz tıpkı küçük kuzeni Nil Nehri gibi nice sırları, güzellikleri, lütufları içinde barındırmaktadır.

Kızıldeniz’in derinliklerine dalış serüvenimde bu seyahatin bütün güzelliklerini gözlerim kamaşmış bir halde hissettim ve gördüm. Bir kere Kızıldeniz’in derinliklerine inerken Bozdağ’ın zirvelerinden yamaçlarına doğru inerken görülebilecek güzellikler kendilerine özgü mahiyetleriyle arzı endam ediyorlardı. Tıpkı Rahman Suresinin bizim anlayabileceğimiz tertibi içinde bir varlık meşheriydi bu! “O Rahman ( Olan Allah) Kuranı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyanı öğretti” (Rahman 1-4) Bütün bu güzelliklerin yaratılmasından insan lisanına gelmesine kadar olan sırlı silsile ne kadar da öz haliyle ifade edilmiş.

Anlıyoruz ki, “Öğretilen beyan” olmasa gördüğümüz güzelliklerin ifadesi bildiğimiz şekliyle olmayacak! Sonra güneşin ve ayın bir hesaba göre hareket etmesi, göğün yükseltilmesi ve mizanın konulması, yerin yaratılmışlar için alçaltılması yani yaşamaya elverişli bir şekilde döşenmesi, orada meyveler ve tomurcuklu hurma ağaçlarının, yapraklı hububat ve hoş kokulu bitkilerin bulunması canlı bir üslupla zikredilir. Nitekim Kızıldeniz’in derinliklerine dalarken bütün bu yeryüzü güzelliklerinin su altındaki yansımalarını, ikizlerini görüyorsunuz.

Nihayet İlahi bir ihtişamla Allah’ın “İki doğunun ve iki batının Rabbi olduğu vurgulandıktan sonra, “İki denizi kavuşmak için salıverdiği, ancak aralarında bir engel olduğu ve birbirlerine karışmadıkları” (Rahman 19-21) ilan edilmektedir. Suyun altında çıplak gözle bile maddi anlamda birbirinden ayrı bu rengârenk sayfaları görmek o kadar mümkün ki! Kaldı ki, bu mecazi ifadenin muhtevası olarak Bahr-i Rububiyet ve Bahr-i Ubudiyet (Kulluk), dünya ve ahret, görünen ve görünmeyen alem, farklı denizlerin ve nehirlerin denizle vuslat noktalarındaki karışmayışlarını adeta hissediyor insan. Ve sonra “O ikisinden (İki denizden) inci ve mercan çıkar. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlarsınız?” (Rahman 22-23) diyerek denizin dibindeki varlıklara işaret olarak inci ve mercanın isim olarak zikredilmesi! Suyun derinliklerinde gezerken yer üstündeki değerli hallerinden bin kat daha değerli ve muhteşem halleriyle mercanları gördüğünüzde bu ayetlerin ne kadar da hayat sahibi bir üslubu haiz olduğu anlaşılacaktır.

Gerçekten de her bir kırmızısı diğerinden özgün mercanlar arasından geçerken bu ayetlerdeki kelimelerin ve üslubun varlığın gerçekliği kadar canlı, müstakil ve hayrete değer olduğunu yaşadım… O büyük hakikate gelince “Onun (O yerin) üzerindeki herkes (Ve her şey) fanidir. Ancak celal ve ikram sahibi Rabbinin veçhi baki kalır”. (Rahman 26-27) Rahman Suresinin devam eden ayetlerinde de Allah’ın veçhine bakan güzelliklerin adeta bir şiir ırmağı gibi akıtılıp sayıldığını, hatta kelimeler dünyasında var edildiğini maddi varlık âlemiyle manevi varlık dünyası arasını birleştiren mercan ve yakut bilezikler gibi tasvir edildiğini hissettim.

Sezai Karakoç Üstadın varlığın benzersizliği üzerine cümlelerini hatırladım. Üstat tam kelimeleriyle hatırlamadığım ancak özü itibarıyla “Biz güneşin doğuşunu veya gülün açmasını olağan görürüz. Ancak, Güneş her doğuşunda farklıdır. Gül her açtığında bir başka açar, bir başka kırmızısıyla açar” diyordu. Gerçekten de Kızıldeniz’in derinliklerindeki mercan kırmızısı, diğer renkli deniz canlılarının renkleri bildiğimiz yeşil, kırmızı, mavi, vs. renklere yakın ancak başka kırmızı, başka yeşil, adeta müstakil renklerdi.

Yağan karın her tanesinin ayrı beyaz olduğunu yazan dostumun dediği gibi… Varlık her an yeni ve farklı renkte ve ayrı halde yaratılıyor, tecellilere mazhar oluyordu. Tıpkı yerkürenin mağma derinliklerindeki ateşler içindeki oluşumlar (Tekevvün) gibi denizin dibinde de güzelliklerin fışkırdığı bir tekevvün dünyası var ediliyordu. Bu öylesine canlı ve kendisine hayran edici bir yaratılış anıydı ki… Farkında olmadan ellerimin dua ve şükür hissiyle açıldığını sonradan suyun altında beni gözleyen dostum anlattı. Varlığın her anı etkileyicidir kuşkusuz, ancak Kızıldeniz’in dibi gibi bazı mekânlar hususi yaratılış anlarına sahne olurlarmış diye düşünüyorum bu olağanüstü rüyadan sonra… 

Ellerimin açılmasına ve hayret nidalarıyla Yüce Yaratıcıyı haykırmama gelince değerli dostlar, bize avamın kelimeleriyle havassın hallerini anlatan Koca Yunus’un mısrası geldi aklıma:

“Sular dibinde mâhiyle
Sahralarda âhû ile
Abdal olup yâhû ile
Çağırayım Mevlâm seni”
 
Burada, basit bir arayış değil de, bambaşka bir tefekkürün emareleri  görünüyor. “Çağırmak” kelimesini hangi mana ile karşılamak gerekir diye düşünürken, Kızıldeniz’in derinliklerinde yaşadığım o harikulade dış ve iç tecrübesinin bu soruya kesin cevap verdiğini düşünüyorum. Bu bizim dualarımızda sıklıkla ifade ettiğimiz “Ey eksikliklerden tenzih ettiğimiz Süphan olan Rabbimiz” cümlesinin öz Türkçesidir. Yunus’un çağırmak dediği. Allah’ı tesbih ve eksik sıfatlardan tenzih etme, adını zikretme. Tevhid-i Rububiyet ile eşyanın vahdetini idrak ettikçe kalbe ve dile dökülen manaları “Çağırmak” deyivermiştir Türkmen Kocası…

Aslına bakacak olursak, bütün âlem de (Varlıklar) “Sübhaneke” yani “Süphansın ey Allah’ım, Seni eksik sıfatlardan tenzih ediyoruz” demekte değil midir?  Büyük âlim Abdurrahman Ceziri’nin kâinat tasavvurunda ve akidesinde yer alan o muhteşem “Hamd”  gerçeğini hatırlamak gerektir. O’na göre yıldızların dönüşü, evrenin içindeki tüm oluşlar, denizlerin dalgalanması, içlerindeki oluşlar, vs. hepsi Allah’ı tesbih, tazim ve hamdetmenin kelimeleridir. “Hamd” merkezli çekim gücü bütün varlıkları etkilemektedir. Bahar mevsiminde açılan çiçekler Mevlana’ya göre “Aşkın” ifadeleri iken Abdurrahman Ceiziri’ye göre her biri Hamd ve Şükrün kelimeleridir.

Benim Kızıldeniz’in derinliklerinde gördüğüm kocaman Müren Balığı mesela muhteşem bir “Hamd” kelimesidir, şükür ve tefekkürün somutlaşmış halidir. Varlığı itibarıyla deniz altı dünyasının bir canlısıdır ancak manası itibarıyla maddeden adeta soyutlanmış, bağımsızlaşmış bir “Hamd” kelimesidir, Allah’a işaret eder, O’nu zikreder. Renkleri tabiattan bağımsızlaştırıp, onları özgür kılan Goya’nın kulakları çınlasın, varlık aslında manasıyla baktığımızda Yaratıcısıyla ilişkisi bakımından müstakil ve özgürdür ve özgündür.  

Buraya kadar ifade ettiklerim belki herkesin bildiği konular olduğundan heyecanım yadırganabilir. Ancak, Kızıldeniz’in altındaki yaşadıklarım nispi ve mutlak (Göreceli ve kesin) geçeklikler arasındaki bağları çözdü bir anlamda. Su içinde balıkların ve evrende gezegenlerin yüzmesini ifade eden Arapça terimin (Sin, Be, Ha) aynı olmasının yanında bütün bu yüzmelerin tıpkı “Ay ve Güneşin (Bir itaat ve heybet altında ayrı) bir felekte (Yörüngede) yüzdükleri” (Yasin, 40) gibi birer müstakil yörüngede olması kalbimi hayretlere sevk etti. Derken, yüzmek anlamını taşıyan se-ba-ha (Sin, Be, Ha) fiilinin diğer bir anlamı da “Sübhanallah”, yani “Allah’ım seni eksik sıfatlardan tenzih ve takdis ediyorum” demektir. Çoğul isim şeklindeki bir kullanımının (Es-subuhaat) “Secde yerleri” demektir.

Yani ki efendim, deniz altındaki yüzen ve var olan canlılar da yeryüzündeki oluşlar ve canlılar da, gökyüzündeki gezegenler ve güneşler de her biri özgün yörüngesinde Yüce Yaratıcıyı işledikleri “Yüzmek” fiilinin aynısı bir kelimeyle her türlü eksiklik ve kötülükten tenzih ve takdis etmektedirler…

Kızıldeniz’in derinliklerinden ve uzayın sonsuzluğundan çıkıp, dünyevi saatlerin onlara öykünen iç tasarımlarına baktığımda mutlak ve nispi gerçeklikler arasında ne kadar da çok bağlar, ilişkiler ve çağrışımlar olduğunu anlayabiliyorum. Buradan da belki, dünyevi (Seküler) araçlardan varlığın hikmetine nasıl yol bulunacağı ya da eşyanın tabiatından fizikötesine nasıl erişileceğine dair yollar bulunabilir. Tabi ki bütün bu kendini gerçekleştirme çabası bir ömür içinde olup bitecektir. Saatler bizim nefeslerimizi sayacaklar, maddi tasarımlarıyla da olsalar perspektifimize hikmeti de katacaklardır…

_____________________________________________________________
 
 
_____________________________________________________________

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir