OKAN ALAY
Şahmaran | ÖYKÜ|
Kıvrımlı bazalt taşlarla örülü evler koyun koyunaydı. Dar sokaklar boyunca birbirinin gözünün içine bakan pencereleri ve geniş kanatlı, ahşap kapılarıyla insanı içeri buyur ederdi.
Yazın günbatımlarında, kapı önlerinde başlarında leçek adı verilen beyaz tülbentleriyle kadınlar ve sokaklara biriken çocuk cıvıltısıyla hep bir geçmiş zamandı burada evler. Doğduğum ev de, bu evlerden biriydi. İki katlı, taş duvarlı, geniş eyvanlı, toprak damlıydı. Arkasında türlü meyve ağaçlarının olduğu büyükçe bir bahçesi vardı.
Mavi renkli, ahşap kapısıyla karşılardı bizi evimiz. Uzunca ve sade bir girişi vardı. Selamlığı, mutfağı, taş hamamı bu zemin katta yer alırdı. Selamlığın öte ucunda, ahşap bir merdivenle üst kata çıkılırdı. Merdivenin olduğu tarafta, ceviz ağacının serinliğinde ise yan yana duran iki mavi ahşap pencere ve ona eşlik eden tül perdeler, yanı sıra akşamlık perdeler olurdu. Tüller titreşir, akşamlıklar renklenirdi. Gül desenliydi beyaz tüller. Akşamlıklar ise alt kısımları kahverengi bir denizi andırırcasına dalgalı ve hemen üstünde de yeşil yaprakları ve kırmızı laleleriyle capcanlı bir tuval görünümündeydi.
Evin ikinci katında, eyvanda, ninem ve dedem sedirde otururdu karşılıklı. Elinde tespihiyle müşfik ninem… Yüzü hiç mi asık olmaz? Tebessümün canlı resmi gibiydi. Başında, genç ve orta yaşlı kadınların leçeğinden farklı olarak, kofi denilen geleneksel başlığı, yanlarında siyah ibrişimli örgüleriyle orta çağın masal annesi gibiydi. Dedemse, başında kadim zamanın yeşil, geometrik desenleriyle örülü külahının gölgesinde, yüzünü çevreleyen uzun aksakallarının ağarmışlığında paç denilen beyaz, yakasız gömlek ve kahverengi yeleğiyle ve onunla aynı renkteki geniş şalvarlarıyla Hızır yadigârıydı sanki. Dingin ve de mümin. Günde beş vakitten fazla namaz kılardı. Soranlara da beş kez değil, yirmi beş kez niyaz eylesem kâfi gelmez. O ki miracımdır, der salâvat ile adı güzel Muhammed’i yâd eder ve “Celle Celaluhu” kavlince Rabbine niyaz ederdi.
Ve duvarda bir kadim zaman tanığı Şahmaran tablosu, açık mavi bir zemin üzerinde, yeşil ve kırmızının canlılığında kadınyılan, yılankadın… Biraz ümit, biraz korku… Bir resim ki başında pembemsi bir güzelliğe nakşedilmiş şah kadın ve apak gerdanından sonra ise vav harfinin kavisini andıran kıvrımının bitiminde, onu temaşa eden şahyılan, yılanşah. Korkmalı mı, sevmeli mi? Ağu mu, şifa mı? Şah mı, geda mı demeli? Âdem’in yarısı Havva mı, yarası mar mı? Kuyruk acısı mı, evlat acısı mı? Netameli, gelgitli sorular gelir geçerdi aklımdan.
Eskiden beri, duvarın birinde şahmaran tablosunun, öbüründe suya inen bir ceylanın işlendiği kilimin olduğu beyaz duvarlara baktığım zaman, sanki orada bir ayna peyda olurdu. Öyle bir ayna ki, anı değil, geçmiş zamanı yansıtan ve aslında sahici olanın kendisinde görünür olduğunu gösteren ayna.
Çocukluğumun bakır renkli o akşamlarında önce seslerin, sonra aydınlığın çekildiği sokakta, bir ben uyumaz, dalar giderdim duvardaki şahmarana. Gündüzleri pencereden içeri süzülen gün ışığında, başındaki taçta ve gövdesinde bulunan gümüş renkli pulların ve gerdanındaki altın kolyelerin ışıldadığı, diğer ucundaki yılanın ise gözlerinin kor gibi parladığı tablo, akşam alacasında mordan yeşile, kızıldan sarıya gidip gelen renklere bürünürdü. Uzandığım sedirde, duvarda yer değiştiren, oynaşan gölgeler arasında, gözlerim şahmeranlı hülyalarla dolup taşardı. Ninemden dinlediğim masalın prensesi ve define mağarasının yedi başlı yılanı canlanır dururdu. Dalar giderdim duvardaki masal dünyasına.
Ama şimdi onu, eskiden kiler olarak kullanılan, bahçenin arka tarafındaki asma çardağının olduğu bu köşede -ki çocukluğumuzun saklambaç mekânıydı- artık bir odunluğa, hatta çöplük haline getirilen bu yerde, gözden çıkarılıp atılmışlar arasında görmek canımı fena acıttı. Oysa orada, duvardaki yerinde ne güzeldi.
Evdeki mazisi benimkinden çok daha eski. Dedeme, asker arkadaşı Mardinli Süryani bir usta armağan etmiş. Kendi el emeği, göz nuruyla yapıp dedeme verdiği bu tablo, acısıyla tatlısıyla ata yadigârı evin tanığıydı. Bizi geçmişten izlerle tamamlardı. Rengiyle, ışıltısıyla, görkemiyle dolardı hanemize.
Ya şimdi?
Kıvranıyordu şahmaran.
Onu, camı kırılmış, çerçevesi yerinden oynamış halde, kir pas içinde görmek; taş duvarlı doğduğum evin yerinde olmayışı kadar, hatta belki ondan bile fazlaca üzdü. Eski evimizden bir iz kalmasın diye, dedem ve ninemin ölümüyle birlikte birkaç arkadaşıyla birlikte o da bu kimsesiz, ölü eşyalar mezarlığına terk edilmişti. Yalnız o mu? Kimler yoktu ki burada? Öyle mahzun, kırık dökük ki her biri… Tozdan bir keder kaplamıştı üzerlerini. Küskün duruyorlardı, suskun. Onları böyle görünce içimde bir yer acıdı.
Biz insanlar, terk edilmişliğin sadece kendi canımızı acıttığını sanıyoruz, ama aslında hayvanların, bitkilerin ve nesnelerin de canı acır. Terk edilmek, herkes ve her şey için zordur. Ninemin, dedemin terk edişi gibi bizi, taş duvarlı evimizin, şahmaranın terk edilişi gibi. Ve annemin, babamın, kardeşlerimin burayı terk edişi gibi… Amcam, halam ve kuzenlerimin terk edilişi gibi… Terk etmek ve edilmek: Şahmaran, yani gerçekliğimiz gibi.
Yıllar sonra, burada, taş duvarlı evimizin yerinde yükselen bu apartmanın duvarlarında gördüğüm şey, tekdüze ve pespaye bir yanılsama. Birbirinin kopyası dairelerin soğukluğu ve ağabeylerimin evinde artık, şahmaranın olmayışının yarattığı uzaklık birikiyordu içimde.
Neden diyorum, neden, onca güzel şey modern dünyaya kurban edilip özsüzleştirilir ki? Bilmiyoruz, terk ederken aslında terk edildiğimizi. Mardinli ustadan dedeme rikkat nişanesi şahmaranı, dedemden babama kıymetlisi tahta bavulunu, nineme ablasından virdi lisan kehribar tespihini ve annemin el örgüsü heybesini burada böyle yetim görmek içimi acıtmakla kalmadı, gün geçtikçe nasıl da eksildiğimizi hissettirdi.
İçimdeki uzak, uzadıkça uzuyordu.
*
“Amca, babam seni çağırıyor.”
Dalmışım. İrkildim. Biricik yeğenim Gülda’nın sesiydi bu. Adıyla müsemma, on iki yaşında.
“Amcası kurban olur, tamam geliyorum.”
Onun yaşındayken bu bahçedeki koşmamızın aynısıyla soluk soluğa eve koştu. Ama taş duvarlı eve değil, apartmana. O yaşta, o zamanda kalmak isterdim.
“Nerdeydin?” Küçümseyen bir gülüşle; “yine ıvır zıvırların arasındaydın değil mi?”
“Ah be abi! Ivır zıvır dediğin yerde biz varız, hatıralarımız, şahmaran, tahta bavul…” dememe kalmadı;
“Tamam, tamam, biz buradayız zaten. Sen al götür onları,” dedi, “eskiciye bile versem, almaz inan.”
Eskiciye verse bile almazmış! Yazık! Ağabeyim nasıl da kestirip atıyor! Şahmaranı ve diğerlerini orada bırakmayacağımı biliyor tabii.
Keşke bir iki gün daha kalsaydın, ateş almaya mı geldin?” Yine alaylı bir gülümsemeyle; “Yok, yok ateş değil, şahmarangili ve tahtacı güzeli bavulu almaya gelmiş biraderim.”
Ne demeli şimdi? Gülünesi şey mi bu?
İstanbul’da iş-güç yormuştu. Sıkılmaya başlamıştım. Çocuklar, ev, rutin haller… Kaçıp buraya gelmek, bir nebze olsun soluklanmak iyi gelecekti. Gelin görün ki, burada bile pek çok şey özünü kaybetmekte, özene bezene yaşattığım hatıralarımın yerinde artık yeller esmekte.
Sahi, ne demeli şimdi? Gitmek gerekti, değil mi? Yutkundum:
“Biliyorsun şirketin muhasebe işleri yoğun, işler beni bekler abi.” Hayret, yüzündeki alaycı ifade silinmişti. “Patron dünden beri arayıp duruyor zaten.”
“Peki” dedi, başka da bir şey demedi.
Yemeğimizi yedik. Gitmeme iki saat vardı. Geleli iki gün olmuştu. Biraz olsun, soluklanmıştım. İstanbul sıkıp duruyordu.
Yol için öteberi hazırlayan yengem; “ikindi çayınızı da için, öyle yolcularız.” dedi. Elindeki tandır ekmeği miydi? Kıyamam, tandır ekmeği de mi temin etmiş benim için. Gözlerim şenlendi. “Tabii yengecim, çaysız gider miyim?”. Çay ve tandır ekmeği.
Başka şeyler de dolduruyordu koliye. Ah be yengem…
*
Yolcu yolunda gerekti.
İki bin birin yaz sonunda, Fırat boyunca uzanan ve otobüsün su gibi akarak geçtiği bölünmüş yolda ben on iki numaralı koltukta, şahmaran üstümdeki bagajda ve tahta bavul da içindekilerle birlikte alt bagajda terk etmek ve edilmek arası bir gelgitle, gün doğumundan gün batımına doğru gidiyoruz.
*
_____________
Kitaplık dergisi, sayı: 197
Yüreğindeki ŞAHMARAN kaleminde can bulmuş… yolun yoldaşın olsun….