Kaç zamandır iç seslerimi bana karşı yükselten bir iz sürüyorum. Kaç zamandır şehir ve içindekiler üzerine düşünüyorum. Ya da bir şehir üzerinden kısmi şerhler düşüyorum aklıma. Yolları, kaldırımları, sıra sıra durakları… Metroları, feribotları, ucu bir yerden bir yere olan tüm ulaşım araçlarını. Arabaları, ayakları, kunduraları, çarıkları… Velhasıl yürüyüşleri. Kalabalıklar, kalabalıklar… Hiç eksilmeyen sesler topluluğunu. Hiç olmadı oradan oraya martı çığlıklarını.. Ah nasıl da acı acı. Bütün bunlar bana yaşadığım bu şehrin ima ettikleridir. Camileri, köprüleri, çeşmeleri, sahilleri ve elbette surları… İstanbul diyorum, henüz saklı bir medeniyetler şehri. Henüz yedi tepe sır. Bu şehrin dokusunda muhkem bir hakikat gizli biliyorum. Martıların anlatmaya çalıştıkları bir şey mi bu? Kim bilir…
Nişancı Mehmet Paşa Camii avlusuna bakıyor evimin balkonu. Evimin balkonu bana bu şehre dair çok şey anlatıyor. Dere tepe düz giderek de olsa, bu şehir bana elimde demir âsâ, ayağımda demir çarık olduğu halde yola koyulmam gerektiği gerçeğini fısıldıyor. Diyorum ki sen hala elinde valizinle bu şehre geldiğin ilk gün kadar yolcusun… Kendinin karşısında kendin kadar gurbetçi… Kendin kadar sürgünsün. Sen hala sığınılacak birkaç vakit namazın, belki yerin binlerce mil altında, belki sığındığın yüreğin derinliklerinde. Kendine sorulmamış soruların pençesindesin. Ötelerde bir yerlerde ayakta yürüyen ölüler olmama peşindesin… Sen hala yeryüzüne yeni şeyler söyleme şevkindesin.
Uzun soluklar aldığın şehir El’Aziz. Çocukluğun, gençliğin.. Kömürhan’dan Harput’u seyredişin. Ahir zaman tasvirlerin… Karaçalı’dan su taşımaların… Külliyatların.. Ve derken, yıllar geçti.. Neresiydi İstanbul’daki ilk durağın, hatırında mı?
Üsküdar, meydan. Derken Kadıköy, Kuyubaşı. Fatih, Haydar mahallesi, daha sonra Fatih, kadınlar pazarı.. Ve şimdi gurbetten kısmi terfi… Fatih, Nişanca. Sımsıcak bir yuvanın insana verebileceği en olası huzurla şehri izliyorum evimin balkonundan. Bu şehirle ben sabaha uyandım. Bu evle aydınlık sabaha… Bundan evvelki hayatımın son günüydü. Bundan sonraki hayatımın ilk günü.. Efsanesi güzeldir bu şehrin bilirsiniz.. Çoğu kez gözleriniz kapalı dinlersiniz.. Şehzade’yi, Fatih’i, Yavuz Selim’i, Süleymaniye’yi, Mihrimah Sultan’ı sonra adı küçük camii kalan o Üsküdar meydanındaki münzevi camiyi…
“Kapıya gelen yolculara bak.. Hepsi de birbirine dayanıp yoldaş olmuş, gelmişler! Her zerreye ayrı bir kapı var; şu halde her zerreden ona başka bir yol var! Sen ne bilirsin hangi yola gideceğini; hangi yolla o kapıya varıp ulaşacağını? Onu apaçık ararsan işte o zaman gizlenir… Gizliliklerde ararsan açığa çıkar! Açıkta aradığın zaman gizlidir, gizlide aradığın zaman meydanda! Onu, onunla tanı, kendinle değil. Yol ondan başlar, ona gider: akıldan başlamaz!” Ferideddin-i Attâr, Mantıku’t-Tayr
İstanbul.. Gün dönmeden yapmam gerekenleri, ertelenmez yarınları, iadesi olmayan itiraflarımı hatırlatıyor. Altınla gümüşün, tatlı dil ile yılanın ezeli öyküsünü..
Yani sözü ve suskuyu bir denge ölçüsüyle sunuyor.
Kendi kendime homurdanmayı, hayıflanmayı, birdenbire kendime dönüp bakmayı, aynalara tersten bakmayı öğretiyor. Oysa laleleri sevmeyi, sabah namazında Eyüp’ü sevdiriyor.
İstanbul, içimdeki şehirlerin güzellemesini çiziyor. İçimdeki şehirler, önceliği olan ve sonra yapılması gerekenleri ayıklamam gerektiği ve hatır için harcanmış zamanlardansa, hakim olunan zamanların daha kıymetli olduğunu ima ediyor. İçimdeki şehrin sakinleri, raflara sıraladığım kitapları bir gün okuyamayacağımı ve evime dizdiğim eşyaları bir gün kullanamayacağımı, vanilya aromalı mumlarımı, uzak doğu tütsülerimi bir gün yakamayacağımı hissettiriyor. Susmaların yerli, konuşmaların yerinde olması gerektiğini.. Yola koyulmanın yetmediğini yolda yürümenin de hüner olduğunu hatırlatıyor…
Bize öğretilen usul, insanın kendini sorgulaması ve nefs muhasebesi yapmasıdır. Nitekim hakikatin ardına düşmüş olan, onu, elbette bu dünyada bulmak istiyor. Çünkü ona bu dünyada ihtiyaç duyuyor. Fakat onu bu dünyada bu şehirler geçidinde arayan kişi onu hangi işaretinden tanıyacak? Hangi ışık huzmesi ona ebedi gösterecek? Hangi şehir iklimi onu iklimlerden öteye geçirecek? Hangi şehirlerin dilleri ona bilmediklerini öğretecek? Böyle yolculuklarla aranana ulaşılamayacağı hissi insanı karamsarlığa, kötümserliğe mi sevk edecek?
Kapıları olmayan evlerde, sürgüleri olmayan şehirlerde yaşadığımızı söylüyor bana İstanbul. İstanbul bana, aceleci davranmak yerine sürekliliği ve hedefi iyi saptamayı hatırlatıyor. Ay dolunay olmadı henüz diyor İstanbul. İçimde iki yakası kıyı olan şehirler kuruyor.. Biri doğum öteki ölüm yakası…
Değil mi ki doğum ve ölüm tarihleri arasına sıkışmış bir hayat bizimkisi. Her birimiz acemi yolcular gibi o yakadan bu yakaya yalpalaya yalpalaya gidiyoruz. Kaçırdığımız kaç vapurda gidiyor ve orada olmayı, oraya yetiştiğimizi hayal ediyoruz?
Bir insanın kendine karşı en büyük ödevi gerçeği keşfetmek değil midir? Öyleyse neye yarar içinden sorgular geçmeyen bir şehir? İçinden anlamlar doğmayan bir şehir neye yarar? Hikmetin, hakikatin ve bilincin üstündeki perdeyi aralamıyorsa nedir ki şehir? Velev ki bu şehir İstanbul olsun. Şimdi ben söylediğim bu kadar şeyin üstüne hudutsuz bir hissiliğe sığınarak, bu şehrin aynalarında iki yakaya bölünmüş hakikatin aslında aynı ateşe gülzar olduğunu söylüyorum. Nerede kalmıştık diye başa dönmenin anlamı yok. Unutuş ve hatırlayış hiç şüphesiz yarına ilmek atmak gibidir. Söyle, bunca sözün üstüne bir zamanlar olduğun “ben”i aramaya cesaretin var mı?
İstanbul’u dinle. Kapat gözlerini önce. Ve haydi aç şimdi kendi içine. Değil mi ki aslolan gözlerin kapalıyken yaşadıklarındır.
Görün ve gör ey şehir! Var ol ki var olduğumu bileyim…
22 Aralık 2014 / Asanatlar