SELAHATTİN YILDIZ
Sezai Karakoç’un Ardından
Yaklaşık yirmi yedi yıl öncesiydi. Şiirli bir ses geldi kulağıma. Hayır o sesten öte bir sel gibiydi. Kulağımdan girip bütün hücrelerime kadar nüfuz etmişti. Şarıldayan bir şelalenin altında kalmıştım ve o şiirin etkisiyle ıslandığımın farkında dahi değildim. O şiiri duyan herkes gibi bende düşmüştüm aşkın durağına.
Başından sonuna kadar hiç usanmadan aklıma geldikçe kendi kendime ezberimde olan ve yerine bir daha aynısı yazılamayacak o şiiri hep okudum.
“Mona Roza siyah güller ak güller. / Geyve’nin gülleri ve beyaz yatak” diye başlayıp her defasında kendimi bir aşk hikayesinin içinde bulup o mistik ve kapısı aşkın şifresiyle açılan odanın içinde buldum kendimi.
Diyarbakır’dan çıkıp İstanbul’a gelen kavruk yüzlü genç, gönlünün de bir o kadar kavrulmasına sebep olan o duyguların, kelimelerin damarından kan akıtacağını nereden bilecekti ki.
Sezai Karakoç o şiirden sonra öyle bir içine kapandı ki, “uzatma dünya sürgünümü” diye yakarışa geçti. Çünkü Karakoç için o günden sonra hayat hep bir sürgün olarak geçmiştir. Duruşuna, konuşmasına, yürüyüşüne ve yüzüne yansıyan hüzünle artık o aşkın sürgünü haline gelmişti. Aşkın sürgününe çıkmış bir fani için dünya artık sadece gurbetten ibarettir.
Musa Boşal abi Karakoç’un öldüğü günden bir gün sonra bana şöyle bir mesaj gönderdi. “Bu haftada lütfen Sezai Karakoç’u yaz. Yaz çünkü bu ülkenin ruhuna dokunan insandı o, bir anne gibi. Aşkı ve insanı öğreten adam. Vatan sevgisini öğreten adam”
Aslında Musa abi yazıyı yazmıştı iki üç kelimede. Bana da sadece yayımlamak düştü. Siz zannedersiniz ki bu yazıları ben yazıyorum. Hayır bu yazıların yazılmasında üzerimde emeği olan kişilerden biridir Musa abi. Hayatımda tanımaktan memnun olduğum ender insanlardan biridir.
Sezai Karakoç’a o şiiri bir kadın mı yazdırdı sadece. Kelimeler geliyordu içinden nehirler gibi ve Mona Rosa’nın yanağına değdi geçti. “Ping Pong Masası” şiirinde “Ha boş tüfek ha Sezai” derken içinde kaybolduğu aşkın karşısında düştüğü durumu anlatıyordu. Boş tüfekten ses çıkmaz, vurmaz da kimseyi. Kendi vurulur, kanar, yaralanır ama ses çıkmaz. Onda görülen sadece boylu boyunca bütün vadileri saracak kadar büyük bir hüzündür.
“Festival kızı” filmini bulabilirseniz izleyin lütfen. Orada kukla oynatan bir adamın festivalde bir kıza âşık olmasını anlatır. Kıza bir şey söyleyemez ama kuklaları konuşturur. Kuklaların ağzıyla bir şeyler anlatmaya çalışır sevdiğine. Sezai Karakoç işte o filmde kendini bulur ve şöyle der “Lili yar” şiirinde;
“Bu kuklaların kukla olmadığı besbelli,
Ne söyledilerse tıpıtıpına gerçek besbelli”
“Hangi kuş hangi şafakta ölecek görmeyeceksin
Öyleyse al bu kürkü, bu veda kürkünü Lili”
“Ben konuşmasını bilmem Lili”
Konuşmasını bilmezdi Karakoç ama öyle bir yazardı ki, o duyguyu hiçbir hitabetçi o kadar derin bir hisle anlatamazdı. Sessizliğini, utangaçlığını, vedasını o kadar naif açıklar ki, okuyanın gönlünde yer eder ve misafir kalır o hüzünlü halleri. O hepimizin misafiriydi, o hepimizin ölmeden önce de badem gözlüsüydü. Çünkü o bütün bir coğrafyayı kendine yurt edinmişti. Karakoç öyle bir kapandı ki içine artık bütün kadınlar onun annesiydi ve bütün bağrı yanık sevgililer aşkın bendesiydi.
Ve anne bulur gerçek tanımını Karakoç’un dizelerinde. Hepimizin içinde yaşadığı ve ifade edemediği o sarsıcı duygular bütününü. Anne sıcaklığı vardır her evladın ruhunda ve bedeninde. Evlat ışığı vardır annelerin gözlerinde. Peki anne giderse ne olur halimiz, ne olur evlat gidince annenin ruhunda büyüyen boşluk ve gözündeki ışık. İşte şöyle olur şairin sesinde;
“Anne ölünce çocuk
Bahçenin en yalnız köşesinde
Elinde bir siyah çubuk
Ağzında küçük bir leke
Çocuk öldü mü güneş
Simsiyah görünür gözüne
Elinde bir ip nereye
Bilmez bağlayacağını anne
Kaçar herkesten
Durmaz bir yerde
Anne ölünce çocuk
Çocuk ölünce anne”
Ve yine anne gidince şöyle devam eder dizesine, bütün boşlukları ifade eden sesiyle ve benim gibi bütün annesini kaybedenlerin hanesinde;
“Anne gitti ve evler döndü yazlık otellere
Anne gitti ve sular buruştu testilerde
Artık çamaşırlar yıkansa da hep kirlidir
Herkes salonda toplansa da kimse evde değildir”
Karakoç bu coğrafyanın değil, içinde insanın yaşadığı bütün kara parçalarının şairidir. Onun dizesinin bir köşesinde kendimizi görmemek mümkün değildir. Bir heykeltıraş nasıl ki işliyorsa mermere sanatını, Karakoç ‘da öyle işliyordu kelimeleri anlamın durağında. Dumanı öyle bir tarif etmişti ki, varın siz o dumana neleri yüklerseniz yükleyin, o duygularla yükselir göğe;
“Sizin evin duvarları taştan
Dumanı da mı taştan”
Bu nasıl bir ifadedir. Bu söze yorum yapmaya hicap ederim. Sadece sessizce bir odaya çekilip söylenir ve tahayyül edilir. Fazlası anlamın hikmetine ziyandır.
Varoluşun sırrı aşk idi. O sırra eren adam, sizi tanıdığım için minnettarım.
Göklerden bir karar geldi. Evet dostlar, Sezai Karakoç bizden ayrıldı. Hadi oturup ağlaşalım…