MUSTAFA ORAL
Şiir, Siyaseti Kaldırmıyor Tanpınar
Siyaset şiire düşmandır
Sevgili Tanpınar…
Bu sana beşinci mektubum.
Şair daima muhaliftir. Senin bir ara milletvekilliği yaptığını işitince üzülmüştüm. Özgün ve siyaset üstü kişiliğine yakıştıramamıştım. Parti yönetimi de öyle düşünmüş olmalı ki tekrar adaya göstermemişti.
Bugün de sanatçılar, sinemacılar, şairler siyasete giriyor. Devlet ve parti yönetiminde önemli yerlere geliyor. Oysa siyaset tavır ve duruş sahiplerini barındırmıyor. Partisini onaylamaktan ve savunmaktan öteye geçmiyor. Birçok yetenekli şair ve sanatçı gâh makam ve şöhret aşkından, gâh açlıktan bu yola tevessül ediyor, sonra da sönüp gidiyor. Taş yerinde ağırdır değil mi?
Medeniyetimiz entelektüeller, aydınlar ve sanatçılar tarafından inşa edilmişti. Bu gün bunların ağırlığı azaldı. Siyaset görece olarak öne çıktı. Siyasetçiler belirleyici olmaya başladı. Bunun sonucu olarak artık toplumda kutuplaşma ve çatışma hâkim. Siyaset medeniyet kavramına ve birlikte yaşama kültürüne darbe vuruyor. Bu çağın getirdiği bir durum olsa da toplumun sağduyusu bu tahribatı azaltabilirdi. Evet, tarih ve kadim medeniyetimizden uzak bir yerde konumlanmış görünüyoruz. Bazı yöneticilerin, siyasetçilerin iyi niyetli gayretleri maalesef yeterli olmuyor.
Eskiden minare ilahi sesin yükseldiği merkezdi. Bütün binalardan yüksekti. Günde beş defa okunan ezanla yüce yaratıcı varlığını hatırlatırdı. Sultanından kölesine herkese ‘Gururlanma, senden büyük Allah var’ derdi. Kilisenin çan, minarenin müezzin sesi hakikate çağırırdı. İnsanı saat gibi Rabbine ayarlardı. Bugün durum farklı. Minareler yıkıldı, gökdelenler kuruldu. Artık gökdelenler minarelerden daha uzun. İnsanı hakikate çağıran müezzinin sesi gökdelen duvarlarına çarpıp kırılıyor. Minarelerin boyunun görece olarak kısalması yetmedi bir de başında nöbet tuttuğu camiler yeraltına indi. Hakikat yerle bir edildi. Hakikat yer altına indi. Alış veriş merkezleri cami, kilise ve havradan daha kalabalık artık. Biliyorsun kalabalıkta ses bir zaman sonra uğultuya dönüşüyor.
Sen değişik din ve milletlerden oluşan imparatorluğun yıkıldığı ve yeni bir devletin kurulduğu dönemde yaşadın. O günlerde cami, kilise ve havra hayatın kıblesiydi, birleştiriciydi. Tek Allah’a iman etmek gibi bir güzellikle toplumu birbirine bağlıyordu. İnsan zamanla kutsalını yitirdi. Yeni kutsallar icat etti. Dinler siyaset ve savaşın aracı haline geldi. Tekkeler, dergâhlar misyonunu kısmen kaybetti. Türkiye kocaman bir puzzle; parçaları gün geçtikçe birer birer kayboluyor, Anadolu ruhu darbe alıyor.
1950 yılına kadar İmparatorluk birikimi ülkeyi imar ve tamir etmeye devam etti. Sonra işin rengi değişti. İnsani değerler yerine şekiller, ideolojiler öne çıkar oldu. Ülke hızlı değişim geçirmeye başladı.
Çağımız hızla bireyselleşiyor. Herkes başkalarının dünyasını değiştirmeye çalışıyor. Kimse işe kendisinden başlamıyor. Hayatımız savunduğumuz değerleri desteklemiyor.
Toplumu boya kutusuna sokuyoruz. İthal ettiğimiz değerler gümrük muamelesi görmeden içimize giriyor. Medeniyet algısı ideolojiyi hatırlatan savrulmalara, kitlesel olarak sekülerizme teslim oluyor. Oysa sloganlardan arınmış yerli bir sese ve bakışa ne kadar da ihtiyaç var.
Toplumun yapı taşı olan insani değerlere vurgu yaparak bir yeni medeniyet inşa etmek veya eski medeniyetimizi insani değerlerle ihya etmek gerekiyor. Bu yöndeki çalışmalar çoğu kere şekilde kalıyor. Selimiye, Süleymaniye gibi camileri inşa eden Padişahlar değil, Mimar Sinan, Baki ve Nedim ruhuydu. Senden sonra siyaset öne çıktı, sanat geriledi. Dün rol modeller Sinanlar, Nedimlerken bu gün siyasiler. Siyaset ise çoğu kere tutarsız veya kendini tekrarlıyor. Bazı siyasilerin medeniyetimizi ihya etme arzusu var, ne var ki vizyon yetersiz. Çalışmalar kısa vadede olumlu sonuç verse de süreklilik arz etmiyor.
Senden sonra fitne komiteleri harekete geçti. Darbeler, muhtıralar, darbe girişimleri, terör eylemleri oldu. Kardeş kardeşi vurdu. Kültür ve medeniyet birleştiriciliğini kısmen yitirdi. Kalpler de, kafalar da karıştı. Osmanlıdan küçük bir milli devlete dönen Türkiye Güneydoğu’daki topraklarının bir kısmını kaybetmekle karşı karşıya.
Osmanlıyı inşa eden İslam ve Rumeli coğrafyası zor günler geçiriyor. Müminin çilesi bitmiyor. Filistin’in acılarına kısmen şahit olmuştun. Senden sonra katliamlar hız kazandı. Boşnaklar, Azeriler katledildi. Irak, Suriye, Ürdün, Myanmar, Arakan, Doğu Timor gibi yerler kan gölüne döndü. En acısı da şu ki burnumuzun dibinden kan kokuları yükseliyor. Güneydoğu otuz yıldır ateşin bağrında yanıyor. Kardeş kardeşi katlediyor.
Osmanlı coğrafyasını gezmiştin. Anneni Musul’da kaybetmiş, gözyaşlarına boğulmuştun. Bu gün Musul, Kerkük gibi bir zamanlar Osmanlı coğrafyası içinde olan birçok şehirde savaş, terör ve iktidarların zulümleri yüzünden insanlar ölüyor, çocuklar öksüz ve yetim kalıyor. İnsanoğlu kendini tekrarlıyor. Osmanlı coğrafyası bir türlü düze çıkamıyor, huzur bulamıyor.
Yine de ben ümitliyim. Türkiye, Osmanlı ve İslam medeniyetinin kök hücresi. Elbette bir gün küllerinden doğacak bu ülke.
Toplumsal kutuplaşma
Senden sonra siyasiler toplumun ortak değerlerini hoyratça kullanmaya başladı. Her geçen gün birbirlerine karşı nezaketlerini yitiriyor. Böyle olunca toplum nezdinde saygınlıklarını kaybediyor.
Toplumsal kutuplaşma artıyor. Kültürel ikilik yoğunlaşıyor. Artık daha hoşgörüsüzüz. Toplumun birbirine karşı güveni azaldı. Şüpheci bir toplum olduk. Bu güven bunalımını aşmanın en kolay yolu insani değerleri hayata hâkim kılmakla mümkün. Bir medeniyet değişimi isteniyorsa temelini insan oluşturmalıdır. Bu ise bir din, millet ve kültürü dayatmak yerine çağın değerlerine ve ihtiyaçlarına göre nesil yetiştirerek toplumsal düzen kurmakla mümkün olabilir. Binalar inşa etmekten çok insan ve medeniyet inşa etmek, köprüler kurmaktan çok farklı eğilimler arasında iletişim kanalları kurmakla mümkün olabilir.
Ben, bizden değil ama gençlerden umutluyum. Kendilerinden beklenmeyecek derecede soğukkanlılar. Geçmişte toplumsal çatışma gençler arasındaydı. O gençler şimdi ihtiyarladılar. Hızlarını alamamış olmalılar ki kavgaya devam ediyorlar. Şimdinin gençler kavgadan uzak duruyor. Biz bir şey vermesek de onlar ayakta durmaya çalışıyor. Eskiden şiir söylemeyene, saz çalmayana kız verilmezdi. Şimdi şiirsiz, ahenksiz bir gençlik geliyor. Evet, bizim istediğimiz ölçüde sanatla ilgilenmiyorlar belki ama en azından kalplerinde hâlâ şefkat var.
Dünyadan haberler
Dünya kötüye gidiyor. Savaşlar, darbeler, terör eylemleri, zulümler, hukuksuzluklar almış başını gidiyor. Üçüncü dünya savaşı kapıda. İlk ikisi ülkeler arasındaydı, üçüncüsü insanın kendisiyle. Galibi olmayan bir savaşta insan gölgesiyle mücadele ediyor.
Şark yaşantısıyla garplılaşsa da kendi arasında kan dökmeye devam ediyor. Savaşlar, darbeler hep Şarkta oluyor 25 yıl önce Balkanların ortasınca can pazarı yaşandı. Bosna, bilge kral Aliya İzzet Begoviç önderliğinde küllerinden doğdu. Aliya sadece kendi toplumunun değil, Türkiye gibi siyasi kutuplaşmanın olduğu ülkelerde bile üzerinde konsensüs sağlanan bir bilge lider oldu. Seni bir siyasiye benzetecek olsaydım Aliya’ya benzetirdim. Zira o da senin gibi Doğu-Batı sentezini savunan, şiddet dilinden uzak durulması gerektiğini söyleyen bir liderdi. Ona baktığımda hep şu söz takılır dilime. Kimimiz savaş içindeyiz. Kimimizin savaş içinde. Aliya savaşın içindeydi ama savaş içinde değildi. Biz ise savaş içinde olmamamıza rağmen savaştaymışçasına yüzümüz celalli, sert.
Son yolculuk
İnsanın dünyadan nasibi iki metrelik derin ve dar bir kabirdir. Yegâne galip ölümdür. Ölümden başka kimse zafer şarkıları söylemesin.
Doğu-Batı, modern-geleneksel hayat arasında bir türlü ayar tutmayan kalbin 24 Ocak 1962 yılında durdu. Doktorlar kalp krizi deseler de bu sadece kalbinle açıklanabilecek bir durum değildi. Doğrusu, medeniyet krizine kalbin yenik düşmüştü. Yaşarken yeterince ilgi göremesen de ölümün muhteşem oldu. Cenazen Süleymaniye Camiinden kaldırılıp Aşiyan’da Yahya Kemal’in yanı başına defnedildi. Cenazenin kaldırıldığı Süleymaniye Camii, Sultan Süleyman’ın aklı, Baki’nin kalbi, Mimar Sinan’ın eli, nihayet kadim medeniyetimizin ruhuyla inşa edilmişti. Cenazeni kaldıran o cami medeniyetimizi ayağa kaldıracak kök hücrelerini hâlâ içinde barındırıyor.
Çağ Tanpınar ve Yahya Kemal’i arıyor.
Zeyl: Biliyorum, mektubumu okuyan çoğu kimse memnun olmayacak. Bazı yerlerde alınganlık gösterecek, üstüne alınacak. Tıpkı senin tutumundan memnun olmayan zamane insanları gibi. Bana kalırsa bu mektubu ben değil, sen yazdın. Sen olsaydın böyle yazardın. Sen ete, kemiğe büründün, benim mektubumda böyle göründün. Allah rahmet etsin. Toprağın bol olsun. Âmin.
Bursalı Bir Okurun