MEHMET BAŞ
Şiirimiz ve Problemleri Üzerine
Şiirin ideolojisi tekleşti diyebiliriz. Bu ideolojiye bir isim koymak gerekiyorsa narsizm uygun düşecektir. Kendisi dışına çıkamayan kendinde boğulan bir şiirin demir atacağı liman elbette narsizmin limanı olacaktır. Günümüz şiiri toplumsal hatlarından sıyrılıp birer depresyon mektubuna dönmüştür. Bu durumda şiir alıcısı ve göndericisi yine aynı kişiler olan bu mektubun postacısı konumundadır. Kişisel hezeyanların girdabında dönen şair bir türlü başını göğe kaldıramamaktadır. Sanki boynunda bir çıban vardır ve bu onun başını kaldırmasına engel olmaktadır. Yerçekiminin etkisinden kurtulamayan bazı şairler metafiziğin ekinini fiziğin tırpanı ile biçmek yerine beş duyu zindanında boğulmayı tercih etmektedir. Kendini aşamayan şair ilkönce suya daha sonra ise ekmeğe ihanet etmiştir. Şairin ekmeği gönüldür ve gönlü olmayan şair kendi ağırlığı altında ezilmekten kurtulamaz. Kelimeler sorumluluk ister ve sorumluluk alamayanlar kelimeleri kanatlandıramazlar. Durmuş bir saat gibi kolunda taşıdığı mısralar hiçbir vakti kendisine çağırmaz. Şair burada bir zaman kaçağından farksızdır ve kendi toprağında bir mültecidir. Onun şiir ısrarı unutuluşun çamuruna saplanmaktan korkmasıyla eşdeğerdir. Bilme ve bilinme arzularının eteğinde dolaşırken esasında çoktan unutulmuş olduğunun farkında bile değildir. Onun bu körlüğü bir bakar körlüktür. Günümüz şiir korosunun bir bakar körler korosu olduğunu söyleyebiliriz. Koro oldukları için sesleri gür çıkar fakat yalnız olduklarında kimse tarafından işitilmezler.
İmgenin darağacında sallanan mısralar anlamsızlığın celladı tarafından çoktan infaz edilmiştir. Anlamsızlık şiirimizin ayrık otudur ve sardığı şiirin gövdesinde yaşama dair bir iz bırakmaz. Belli bir süre sonra kendini anlamın yerine pazarlamaya başlar. Bu yapı bozucu rahatsızlık şiirin uygun zeminde kendini var kılamamasından neşet eder. Artık bu noktadan sonra şiire dair her türlü anlam talebi boş bir talep olmaktan öteye geçmez.
Sürü şiirin düşmanıdır. Çünkü yığınlar yürüdükleri zaman ezdikleri çiçeklerin farkına varmazlar. Sürü her yerde ve her şeyde olduğu gibi şiiri de kendi seline katar. Yığınların bir ruhu yoktur ve yığınlar sayısal üstünlüklerinin ekmeğini yerler. Keyfiyetsiz bir kemmiyet şiir peteğini baldan ziyade zehirle doldurur. İşte böyle bir ahval dairesi içinde şiir sanatının bir lonca dayanışmasına dönüşünü hayret ve dehşet içinde seyredebiliriz. Ferdiyetten beslenen şiir olgusunu bir orta oyunu gibi sunan şiir azınlıkları kendi avuntularını toplumsallaştırmanın telaşı içindedirler.
Günümüzün edebi kamusunda yani esasında olmayan edebi kamusunda en geçerli yöntem söz şarlatanlığı ve kelime sihirbazlığıdır. Sihirbazların içi cıva dolu yılanı gibi kıvrılan mısraları kendilerini yutacak asanın yolunu gözlemektedirler.
Günümüz Türk şiiri Türkçenin dil imkanlarını gittikçe dar bir çerçevenin içine sıkıştırmıştır. Yakında koydukları emojileri bize şiir diye sunacak şair türleri ile karşılaşmamız mümkündür. Has şiirin yerini karikatür şiire bırakışının hazin öyküsünü ilerde edebiyat tarihçileri elbette yazacaklardır. Fuzuli gibi şairlerden bugün ne dediği bile anlaşılmayan tatsız tuzsuz şairlere nasıl geldiğimiz tarihin bir ironisi olsa gerektir.
Meseleye önyargılardan arınarak baktığımızda şiir adına ortaya serilen malzemelerin sanki ucuz ve estetiksiz birer çeviri şiiri andırdığını görebiliriz. Burda çeviri şiir derken başlangıçta hakiki şiirin başka bir lisana hakkıyla çevrilemeyeceği ön koşulunu belirtmeden geçemeyeceğim. Bahsi geçen şiirler ise kendi dilinde yazıldığı halde arızalı olmaktan kurtulamayan şiirlerdir. Gelenekten kopan ve esen rüzgarların önüne kattığı bir yapraktan farksız olan günümüz şiiri kendince bir yol tutturmuş ilerlemeye çalışırken frenleri patlamış bir aracı andırmaktadır.
Bütün anlamların buharlaştığı şiir atmosferinde tek tip üniformayı andıran bir biçim ve tekdüzelik yağmacı ordular gibi şiirimizi istila etmiştir. Bu noktada toplumun binlerce yıllık tarihsel ve kültürel birikiminden beslenen şiir algısı ne yazık ki yok sayılmakta ve görmezden gelinmektedir. Dergilere ve kitaplara biraz daha uzaktan baktığımızda seküler şiir yazdığını iddia edenlerle Metafiziği kurcaladığını söyleyenlerin şiiri bireyselliğin yani bencilliğin cehenneminde birlikte yanmaktadır.
Şiiri bir zindana çeken algılar karşısında şiirin özgürlüğünü savunmamız vicdanımızın bir mükellefiyetidir. Görsel kültür karşısında gittikçe zayıflayan ve sahanın dışına itilen Türk şiiri irtifa kazanmak yerine irtifa kaybetmektedir. Artık şair gücünü şiirinden değil loncasından almaktadır. Şiirin arslanları yerini başkalarının avını kollayan şiirin sırtlanlarına bırakmıştır. Kuvvetli bir ego ve sarsılmaz bir kibirle bütün insanlara tepeden bakan bu şiirin sırtlanları boş zamanlarında mütevazı olmanın önemi üzerine dersler vermektedirler.
Türk şiiri bir zümrenin bir komitenin malı olamayacak kadar büyüktür. Kendi ideolojik zikzaklarını ve şeytani kibrini bir aşı gibi önüne gelene zerk edenler yüzünden şiirimizin anlaşılabilirliği yerini birtakım sanrılara bırakmış durumdadır. Bu kibir heykelleri ve bunların etrafını dolduran çamurdan müritleri el birliğiyle güzel olan ne varsa kendilerini haklı kılacak sebepler inşa ederek şiirimizin ana burçlarına doğru saldırılar gerçekleştirmektedirler. Şiirle ve şuurla kurmak istediğimiz medineyi tekniğin ve aklın kepçeleriyle yıkarak yerine bütün dillerin birbirine karıştığı bir babil kulesi dikmek istemektedirler. Bu kafası karışık gönlü sisler içinde olan arkadaşların bir an evvel arılaşmaya ve durulmaya ihtiyaçları vardır. Yoksa mevsimler misali durmadan değişen dün dediği bugün tutmayan ve herkese tepeden bakanların insanlığa sağlayacakları bir katkı yoktur.
Türk şiiri inşa edildiği arsanın işgal edilmesinden dolayı bugün yerleştiği yerde bir gecekondu muamelesi görmektedir. Kendisine ait olanı istemekten dahi aciz olan bir korku iyice üstüne yapışmış durumdadır. Bugün şiirin toplumsal arsasının yerini işgal eden unsurlar şeytani bir toplum mühendisliğinin temel argümanı olan unsurlardır. Şiir kendi öz evinde bir üvey evlat bir sığıntı muamelesi görmektedir. Söz mülkünün tapusu kendi üstünde olduğu halde şımarık çağın yeni araçları karşısında derin bir sükûta bürünmektedir.
Kendi iç sesini kendi iç musikisini yitirmiş bir şiir esasında şiir değildir. Şiiri normal konuşma metinlerinden ayıran en önemli nokta iç ses ve iç musikidir. Bunun dışında fikir ve hissi uygun bir kıvamda karıştıramayan şiirlerde sırıtmaktadır. Örneğin his yoğun fikir zayıfsa ortaya arabesk artığı bir metin çıkmaktadır. Tam tersine fikir baskın his eksikse şiirin bir felsefe kitabının pasajı gibi sırıttığını görebiliriz.
Şiirimiz gecekondu muamelesi görüyor demiştik. Bunun sebebi şairimizin zihinsel hijyeniyle alakalı gibi geliyor. Aklını kiraya vermiş şairlerin kalemlerini kendini var kılan değerler için kullanmalarını bekleyemeyiz. Bu insanlar aşağılık kompleksi ve şahsiyet krizlerinden çıkamadan gerçek özgürlüğe erişemezler.
Türk şiiri bu vakte kadar en çok cefayı kendini kurtarmaya gelenler çekmiştir. Aslında kurtarıcılardan kurtarılmak şiirimizin birinci önceliği olabilir. Hakiki şiirin kurtarılmaya ihtiyacı yoktur. O her koşulda kendine bir çıkış noktası bulacaktır. Esasında ters algı ile şiirimizi kurtarmak isteyenlerin amacı şiirimizi esir almaktır. Kendi kirli niyetlerini gizlemek için bir kurtarıcı rolüne bürünen bu insanları tanımak için uyanık olmak gerekmektedir. Bu insanlar rol çalma uzmanıdırlar. Yeri geldi mi seni bile senden daha iyi taklit edebilirler. Zaten bunların hammaddesi artistlik üzerine kurulduğu için rol yaparken pek zorlanmazlar. Kendi varlıklarını gerekli kılmak için önce sahte bir düşman icat ederler. Şiir loncaları burda devreye girerek hemen koro halinde saldırmaya başlarlar. Şiirin arslanlarını şiirin sırtlanlarına yediren bir dünyada hakiki şiir daha doğmadan ana rahminde can verir.
Şiirin bir umut olarak hayattan çekilişi ile söz iyice ayaklar altına düşer. Sözün namusunu savunmak için yaşayan şairler unutulmuşluğun türbesinde can verişinden kimsenin haberi olmaz.
Şiir bir yangın yerinden kurtarılan birkaç tane mısranın hayretiyle inşa olunur. Biraz korku biraz ürperti birazda yalnızlık demlenir kelimelerin semaverinde. Bazı şairler ise bir bostan korkuluğu gibi dikilirler şiirin has bahçesine. Bunların işi güya şiiri korumaktır fakat esasında has bahçeyi işgal eden kendileri olduğu halde bunun farkında bile değildirler.
İnsanın fani oluşu bir kalıcılık arayışını yanında getirir. Kalıcı olmak için eşyanın yardımına ihtiyaç duyan şairler sözlerini çoğu vakit bir suyun üstüne yazarlar. Bu ebedilik ve ölümsüzlük arayışından geriye pek bir şey kalmaz. Burda değerli olan yolculuğun kendisidir. Rüzgârı teninde hisseden şair için damıtılmış bir geçmiş ve rafine bir gelecek yoktur. O iç dünyasında alnına kan sürülmüş savaş atları gibi cesur, kükreyen filler kadar heybetlidir. Fakat gerçek dünya şiiri ve şairi bir sinek gibi ezip geçer. İç denge ile dış denge arasında sıkışan şair için tek seçenek anlamsızlığın çöllerinde yepyeni seraplar icat etmektir.
Şiirin kavgası yine kendisiyledir ve şiir en çok kendisini yaralar. Çoğu zaman şairler kendi kalesine gol atan bir futbolcu gibi mahcupturlar. Onlar kendilerini kendilerinden çıkarmanın sağlamasını yapıp dururken matematiğin iflas ettiği bir denizin kıyısına gemilerinin oturduğunu göremezler. Artık sözün gemisi karaya vurmuştur ve şair için yelkenlerini rüzgâra doğru germenin bir anlamı kalmamıştır.
Şiir söz meydanında hayalle güreşmek gibidir. Ve çoğu vakit şairin sırtı yerdedir. Bir yerde şair yenilgilerin çocuğudur ve yenildikçe yeni zaferlerin kapısını çalmayı kendine iş edinir.
Birde şiirin bittiği ve biteceği gibi tezleri ortaya sürenler vardır. Şiirin biteceği üzerine tez ortaya sürenlerin ortaya koydukları temellendirmeler tamamen modernite sürecinin getirileri üzerine inşa edilmiş temellendirmelerdir. Şiir modern zamanların çocuğu olmadığı için bu vakitlerle genetik bir akrabalığı yoktur. Esasında bu tezin bitireceği şiir bu tezi ortaya koyanların yıllar yılı destekleyip alkışladıkları şiirdir. Şiiri köylülük ve taşraya mal edip kentleşme ile şiirin biteceğini savunan kafa esasında bir köylü kafasından başka bir şey değildir.
Türk şiiri Yunus'tan bu zamana gürül gürül akmaya ve geçtiği her yeri yeşertmeye devam ediyor. İnsanlık yeryüzünde var olduğu müddetçe bir direnme ve var olma biçimi olarak şiirimiz var olmaya devam edecektir.