Söz, Saz ve Şiir ile / Konuşmalarımdan – II –

MEHMET RAGIP KARCI
Söz, Saz ve Şiir ile / Konuşmalarımdan  – II –
 
Roman, hikâye, deneme v.s. gibi sanatlarda yazarın bir yolunu bulup kenara çekilerek kendini aynanın görünen yüzünden saklayabilir. Yahut ortada görünmemek için dikkatleri başka yöne çekerek de okuyucuyu şaşırtabilir. Şairin ise daha başta o aynanın içinden neden bizzat görünmek mecburiyeti yoktur. Şair aynayı topluma tutarak hünerini icra ettiği anda zaten kendisiyle ilgili bilgileri de bu münasebetle ortaya saçmış olmuyor mu? Aynanın muhatap aldığı akıl, karşısına çıkan eseri müessirinin gözüyle kavramayacak mıdır?  Burası gözden kaçırılmamalıdır ki, sanatçı ile okuyucu, seyirci ve dinleyici arasındaki ilişkinin anlaşılmasında karşılaşılan zorluğun temelindeki mesele ortaya çıksın. Bu temel mesele, şairin kendi bilgi ve görgü kaynaklarında gizlidir. Bütün kültür değerleri gibi sanat ve şiir de yetişmek ve gelişmek için hususi bir alana muhtaçtır. Böylece kendisini evvelemirde ifade edebileceği lisanı iktisap etmesini kolaylaştıracak veya iktisabı sadedinde imkânlar sunacak bir arasaya, kanını, gözyaşını; hatta bütün varını yele verecek bir yol sahibinin kûyine muhtaçtır.  Bu her şeyden önce o hususi lisanın ortaya çıkmasında müessir olan bir meseleyle ilgilidir. Bu mesele aidiyet meselesidir. Yani hangi ülkede ve hangi insanlar arasında dünyaya geldiğimizden, hangi maddî ve manevi lisan ile bir birimizi anladığımızın maddî yanından tutun, ima ile halleşmemize kadarki bütün ilgiler, bilgiler ve görgüleri kuşatan bir alandan söz ediyorum. Bu irfan sahasıdır.

Bu sadece her hangi bir sanat dalında eser vermek için gözetilmesi gereken bir alan olmakla birlikte, o sanatı ait olduğu toplulukla birlikte inşa etmek için de şarttır. Bu şart yerine getirilmezse, ortaya konacak olan sanat her şeyden önce kişiliksiz ve nesepsiz bir sanat olacaktır. O zaman sanat meselesi konuşulmadan önce sahih bir nesebin bütün şartları yerine getirilmelidir ki ortaya çıkan eser o topluma ait olsun. Sanatta aranan keyfiyet bu şart yerine getirilmeden söz konusu bile edilemez. Arz edilen yahut edilecek olan sanata dair bütün musahebe ve müzakereler bu mesele halledilmeden ele alınamaz, alınmamalıdır.

Sanatta evrenselliğe inananlardan değilim. En azından fazla ciddiye alınmaya değer bir mesele olarak kabul etmeyi içim kaldırmıyor. Ama eğer böyle bir şey olacaksa yahut konuşulacaksa bile önce sanatın bütün hususiyetleriyle yerli olmayı becerebilmesi gereklidir. Bunun için de aidiyet meselesi sanatçının bağlayıcı unsurlarından biri olmalıdır.

Bu durum yüz elli yıllık bir tarih parçasını kapsıyor olsa da asıl olarak son seksen yıllık kültür hayatımızda hususen okuryazarımızın kalbine çöreklenmiş bir korku ve aşağılık duygusunu işaret etmektedir. Bu kendiliğinden gelişmiş bir süreç olmasa da kendisi olmayı küçüklük gibi algılayan okuryazarın talihsiz bir tarihi sayılabilir mi? Asıl can alıcı soru budur. Ülkemizde medeniyetimizi bize karine olarak bile hatırlatacak bir sürü zenginliğin yanında, bir birimizi idrâk edecek asıl unsur olan dilimizin bu gün neredeyse bu vazifesini yerine getirebilmekten uzak bir fakirliğe mahkûm edilmiştir. Dilimize yıllardır yapılan saldırılar sonucunda ortaya çıkan sonuç en çok şiirimiz üzerinde etkili olmuştur. Bunun sebebi tekraren söylemekte mahzur olsa da söylemeliyim: Şiirin kendi hususiyeti ile ilgilidir. Çünkü şiir bilgilendirdiği, açıkladığı kadar, gizler ve ima eder. Yani bir sır diline ihtiyacı vardır. Bu yüzden esrarlı alanların kilidini açacak hususî şifrelere, yani hususi kelimelere ve terimlere ihtiyaç duyar. Sahici okuyucu şairin kendisini ne yapsın? Onun niyeti kötü değilse, şiirden beklediği bir takım bilgilerden ziyade bediî görgüler ve zevkler olmalıdır. Peki, şiirin aynasında görülenler puslu ve karanlık da olsa sahici okuyucu için yeterli olmalı mıdır? Bu önemli değildir. Ancak şair, okuyucu için karanlık görünen durumu, muhataba kurulmuş bir tuzak olmaktan çıkarıp meseleyi müphem alandan teşrih sahasına dökmekle bu defa kendine kurulan tuzağa düşmüş olacaktır. Böylece şiiriyle yaratmak istediği behimî durumu ifşa edecek, bu da kendisinin kuşatılabilmesi yolunda kendi aleyhine karşıya verilmiş bir bilgi olacaktır. Şair ne kadar fehm edilirse edilsin; ne kadar kavranırsa kavransın ihâta edilmesi mümkün olmayan bir kale olmalıdır. Öyle sayılmalıdır. Bu yüzden ben ne kadar katılmakta zorlansam bile: Şiirin manası şairin batınındadır sözünü bu tehlikeyi önlemek yolunda bir haklı sebep olarak görmekten kendimi alamıyorum. Bu durum bir illüzyon gösterisinde şapkasından tavşan çıkaran sihirbazdan bunu nasıl yaptığını açıklamasını istemek gibi garip ve haksız bir beklenti olur.

Burada sohbetimiz git gide benim, şahsıma gösterilen teveccühten cesaret alarak şiiri ve şairleri yargılama ve onlara hükümler biçme oyununa dönüştü. Bundan edep ediyorum. Ancak mesele üzerinde kısaca söz edilip geçilebilecek türden değildir. Çünkü bütün sanatlar gibi şiir de, keyfiyetinden çok geniş alanlara yayılmada gösterdiği başarı, medya desteğini kullanmadaki maharetiyle öne çıkan bir takım söz veya nazm erbabının elinde kalmış görünmektedir. Bunu her alanda görmek hepimizi kedere boğmaktadır. Lâkin tedbir de pek öyle kolay alınabilecek gibi de değildir. Bu yüzden yalnız şiirde değil bütün sanat dallarında içine düştüğümüz belirsizliğin temelinde yatan meseleyi ele almak zorundayız. Bu mesele sanatımızı icra ederken takındığımız tavırdan ziyade, sanatımızı dayadığımız temel iç ve dış kaynaklarla alış verişimizle ilgilidir. Sanatçı olarak üzerine bastığımız toprağın bize teklif ettiği veya sunduğu değerlerle ilişkimizin temelini oluşturan ana kaynağa karşı takındığımız tavır bize kendi sanatımızı oluştururken geliştireceğimiz tavrı ve üslubu da kazandıracaktır.

Bu düşünceye nereden varıyoruz?  Şuradan: Sanat onu icra edenin yetişip geliştiği toprağın zâhir ve bâtın hususiyetlerinden emdiği gıda ile hayatiyet bulur. Beslendiği bu gıdalar yine maddi ve manevi dünyasını bu hayatiyete göre biçimlendirmiş olmalıdır. Eğer bu biçim ait olduğu toplumun taşıdığı aslî değerleri ıskalayarak gelişmiş ise sanatın aynasında sunulacak olanlar önce yabancı ve tanınmaz olacaklardır. Bu bir kimliksizlik durumudur. Yani sanata medâr olan her türlü iç ve dış hadiselerle ilgili bilgi ve görgüler, etkilendikleri veya beslendikleri yabancı alanların gelişmesine yarayacaklar veya yardımcı olacaklardır. Böylece Türk yurdunda bir başka ülkenin insanına ait hassasiyetler tedavüle girecektir ki, iki yüz yıldır içimize çöreklenen keder bu duyguların beslediği memelerin marifetiyle eczamıza sinmiş bulunmaktadır. Bu sebepler, bizden şu anda belki dünyanın içinde bulunduğu ahval içerisinde kaale bile alınmayacak kadar sıradan gelse de bundan çok değil doksan beş yıl önce de aydınlarımız için yararlı birer faaliyet olarak idrâk ve topluma teklif ediliyordu. 1908 yılından yani Sultan Abdülhamid Hân’ın hal’iyle başlayan süreçten söz etmek istiyorum. Bu da karanlık ve puslu zaman çizgisi şimdi kendi sanat ve edebiyatımıza değil hayranlık saygıyla yaklaşmamızı bile yasaklayan bir değişim sürecinin çizgisidir. O çizginin kesip attığı tarihin bir kırık parçasına dair bilgilerin bizi heyecanlandırmasına muhtacız. Heyecanlanmalıyız ki bu tarih kırılmasına ait bilgileri başkalarının himmetine muhtaç olmadan edinelim ve sorularımız da kendi irfanımızın kaynaklarından beslenip gelen bilgilerin ışığını yaksın. Sanatçı aynasının camını, eczasını ve içine koyacağı malzemesini hazırlarken hem bu soruları kendine sorup cevaplarını hazırlamış hem de manayı muhafaza için karnını kullanmayı düşünmemiş olacaktır. Burada bir yanlış anlamaya da mahal vermemeliyim. Aslı Arapça olan bu darbda belirtilen batn kelimesinin lügat karşılığını karın olsa  da ıstılah olarak aynı şeyi karşılamadığını biliyorum.. Ancak günümüz şiirinin böyle bir ıstılahı kaldıracak hayatiyeti; şairlerin de bu ıstılahın manasını kavramaya niyeti bulunmuyor. Bir takım gariplikleri şiir diye sunup, bu nedir diye sorulduğunda bu darb-ı mesele sığınanların hakikatteki durumlarını gizlemek için seçilmiş bir mazeret olmaktan öte bir mana ifade etmez.

 

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir