Söz, Saz ve Şiir ile / Konuşmalarımdan – IV –

MEHMET RAGIP KARCI
Söz, Saz ve Şiir ile / Konuşmalarımdan  – IV –
 
Şiir sözüne başlamadan, hem kendime hem şiirime dair bir vehimden kurtaracak bir tedbiri de burada arz etmeden geçmemeliyim. İnsana ait her alan birer incelikler yumağıdır. Bu yüzden bu inceliklere ait bilgileri ve görgüleri ellerinde tutanlar, bu bilgiler ve görgülere çoğu zaman azamet ve mehabet atfederek, bu bilgi ve görgülerin sağladığı saygı alanlarında kendilerine şöhret ve iktidar alanları açmaya çalışırlar. Bu yüzden kimisi roman sanatına, kimisi siyasete, hatta bilgisayar ve internete bile  harikulâde ehemmiyetler atfedip o alanın aynasıyla kendilerine ışık tutmaya çalışır. Oysa azamet ve mehabetine yaslanmaya çalıştıkları bilgi ve görgü alanlarına gösterilen saygının, o alanda hüner kesbedenlerin ahlâk ve irfan seviyesiyle yücelik ve değer bulduğunu bilmezler. Her ilmin, sanatın, mesleğin, zenaatın kendine göre çıkmazlarının, labirentlerinin maddî ve manevi derinliklerinin olmasından daha tabîi ne olabilir? Bu yüzden şiir de kendi incelik, derinlik ve mehabetiyle bir değer taşır. İnsanların gönüllerine sevinç, neşe, aşk; korku ve dehşet salsa da sonunda hüküm kesin ve değişmez olarak verilmiştir: Şiir bir sözdür iyisi iyi kötüsü kötüdür.

Ben söz söylemeye şair olmak için başladıysam da kısa sürede, hevesim kırıldı. Hâlâ da şiir söylemeyi bir kırık hevesle sürdürmekteyim. Hevesimin kırılması her hangi bir dış sebebe mebni değildir. Sebep şiirin kendi içinden, büyük ustaları tanımamdan kaynaklanmış; hevesimi kıran da o şiir karşısında duyduğum haşyet hissi olmuştur.

Kâr-bân-ı râh-ı tecrîdiz hatar havfın çekip
 Gâhî Mecnûn gâhi ben devr ile nevbet bekleriz, yahut
 
“Sîne tablını dögüp âh livâsın çekeriz
Hem çekilir livâmız hem dögülür nevbetimiz, yine:
 
Eczâmızı rîh-i beyâbân-ı ğam etsek
Cânâne giden nâme-i hicrâne dökülsek, yine:
 
Celâli cehennem cemâli cennet
Bu gün cism ü cânda cim cime düştü  gibi daha da uzatabileceğimiz örnekler hayîlin söz marifetiyle nerelere kadar çekilip götürülebileceğini bana gösterdi..Çoğunlukla cesaretimi kıran korku da hayâl gücümü yükleyecek söz ve ifade bulamama ihtimaliydi. O ihtimal benim peşimi bırakmayan bir korku olarak hala içimde durur. Kadîm şiirimizden sunmaya çalıştığım bu örnekler onların bize verdiği heybet muhterem topluluğunuz arasında adlarını şiirleriyle dergilerde tanıdığım şairler için de heves kırıcı olmalıdır. Yeni şairlerimizin şiirlerini yeniden gözden geçirmeleri için belki bir fırsat olur düşüncesiyle, şiirimizi yeniden okumalarını tavsiye ve rica ederek şiire devam edelim. Bu ricamız onlara garip gelecektir şüphesiz. Çünkü onlar şiir söylemeyi başardıklarını sanıyorlar. Aslına bakarsanız meselâ Fuzûlî de kim oluyor. Benim de onbeş, onaltı yaşlarında iken şiirlerimi yakmamı emreden edebiyat öğretmenimin buna benzer tavsiyelerini dinlememek için epeyce direndiğimi hatırlıyorum. Gayreti ve ilmi her türlü takdirin üzerinde aziz hocamız Mustafa Çıpan’ın hoşgörüsüne sığınıyorum. İbrahim Demirci kardeşimin affını diliyorum. Onların yed-i kudretlerinde olan ipte hüner gösterme cesaretimi bağışlasınlar.  Hevesimi kıran bu haşyeti onlar daha iyi anlarlar. Bu haşyet benim gecelerime mal olmuş olsa da bu ustaları tanımakta bana yardımcı olanların da himmet ve hizmetlerine şükran borçlu olduğumu ifade etmeliyim. Kendi şiirime gelmeden önce şiirin ne menem bir şey olduğu konusunda da bir açıklamada bulunmalıyım. Şiir mütearifesi de kendisiyle sınırlı olan bir zenaat olduğundan, her izahın şiiri o tarifle mukayyet kılacağı açıktır. Bu yüzden şiir nedir sorusu her şair için tehlikeli bir imtihan olagelmiştir. Bu sebeple şiire ait sadece anlayış kırıntılarımı arz ederek idrak ve fehminize müracaatla işe başlamak ihtiyacındayım. 

Şiir bir sözdür. İyisi iyidir, kötüsü kötüdür. Bu sözün ifade ettiği hakikat, bana hatta belki şu anda yıllardır sürdürdüğüm bir iddiadan vazgeçmemi sağladı. Şimdiye kadar elime geçen her hangi bir esere şiirdir yahut şiir değil gibi katı bir tespitle baktığımı itiraf etmeliyim. Allah Resulüne ait olan bu sözü de şimdiye kadar binlerce defa tekrarlamış olmama rağmen, açıkçası hakikatini topluluğunuzun huzurunda idrâk etmiş bulunuyorum. Bunu bir ihtar haberi olarak almalıyım. Bu ihtarın da Konya’da ve bu konuşma sırasında yapılması da sizlerin feyzi ve himmetiniz olmalıdır. Bu hakikat şu anda yine benim çoğu zaman içinden çıkamadığım bir meselenin de açıklığa kavuşmasını sağlamış bulunuyor. Ankara’da yayınlanan Hece dergisinde yaptığım ve şiirlerle şairlerine kendime göre bir yaklaşım denemesi sayılabilecek yazılarımı kaleme alırken, baktığım bütün eserlere sadece şiir veya şiir değil gibi bir yöntemle yaklaşmaya çalışıyordum. Bu yöntemle yazdıklarımda genellikle kendime göre isabet kaydetmiş olsam da, bazı şiirleri ve şairleri okurken işin aslî yanını atladığıma ve bir yerleri ıskaladığıma dair kalbimde ortaya çıkan rahatsızlığın sebebini bile araştırmaktan kaçınıyordum. Bu rahatsızlığımın sebebi de böylece anlaşılmış oldu. Şükürler ederim.

Şiir bir sözdür. Söz de insana verilmiş en büyük nimettir. Şair bu nimeti, varlığına, eşyaya ve eşyanın ötesine ait bilgi ve görgüleri de ekleyerek  bir çamur gibi yoğurur.  Tek ve mutlak Hâlık olan Allah’ın insana kendi ruhundan üfleyerek bahşettiği yaratıcı ruhu bu defa insan o söz çamuruna kendi ruhundan üfleyerek adına şiir dediğimiz eseri ortaya çıkarır. Muhtemelen her sanat eseri böyle bir muameleden geçerek inşa edilmektedir. Ancak şiir, diğer sanatlarda pek bulunmayan bir takım malzemelerle bunu yapar. Bu malzemeler, usul, ahenk, redif, mazmun, teşbih istiare adları ile sıralanabilir.   Gerçi bu malzemelerin kullanıldığı roman, hikâye, deneme örneklerine rastlansa da şiiri doğuran ruh cevelânlarını onlarda görmek mümkün değildir.

Şiir, kendisiyle var olan bir şeydir. Bir arkadaşımın şairlik anadan doğma bir nimettir. Sonradan şair olunmaz gibi, kendine has bir iddiasına ne cevap vereceğimi şaşırdığımı hatırlıyorum. Şöyle bir cevap vermiştim: Her insan şair olmak kabiliyetiyle birlikte doğar. Evet her insan büyük kumandan, büyük devlet adamı, büyük şair yetenekleriyle dünyaya gelir. Daha ileri giderek söyleyelim: İnsan adam gibi adam olmak kabiliyetiyle de doğar. Ancak bütün bu yeteneklerin gelişmesi bir eğitime bağlı olmamalı mıdır? Şiir içinse bu yeteneğin gelişmesi ve adam gibi şiir olabilmesinin başlıca şartı terbiye ve ahlâk duygusudur. Ahlak duygusundan kastım gündelik hayatta kullanılan tavır ve hareketler manzumesine ait olan değildir. İyi şiir söyleyen ama şahsî ahlâkı pek iyi sayılamayacak insanlar olabilir. Kendi ahlâkî duruşlarıyla şiirinin karıştırılmamasının gerektiğini de söylemek mümkündür. Burada sözünü ettiğim ahlâk zaten bu değildir. Ben şiirin meydana gelişinde kullanılacak has malzemenin temizliğinden, hadi şairi aradan çıkaralım, şiirin hususi şahsiyetinden söz ediyorum. Bu hususî işin kendi ahlâkî kuralları içinde yapılması demektir. Bu şiirin kendi içyapısıyla ilgili bir ahlâk sorunudur. Ancak, Fransız şair Rimbaud’ya atfedilen bir rivayeti de bu şairin şahsi sorumluluğu açısından zikretmekte fayda görüyorum. Uzun süredir neden şiir yazmadığı sorusuna şairin verdiği cevap önemlidir: Ben şu sıralarda şiirle ilgisi olmayan bir iş yapıyorum bu yüzden: Köle alım satımıyla uğraşıyorum. Bu yüzden şiir yazmıyorum. Günümüzün medyatik şairlerinden bu ahlâkı beklemek gibi bir yanlışa düşmemeliyiz. Zaten şimdiki şairlerimizin böyle bir ahlâka ihtiyaçları yoktur. Çünkü onlar filmlerdeki kovboylar gibi ülkenin en hızlı şiir çekenini oynuyorlar. Benim şimdiye kadar rastladığım özellikle genç şairlerin çoğunda “benim şiirim her kesin şiirini döver” havası hâkimdir. Ancak şiiri ciddiye alanların bu farkı gözetmeleri beklenir.  Bu neden gereklidir? Şiir diğer sanatların gerektirdiği soğukkanlılığı uzun süre taşıyamaz. Heyecanlı bir ruhun eylemidir. Diğer sanatlarda ruhun geri dönüp kendini izlemesi mümkün olabilir, ancak şiir için bu iş pek kolay bir yol değildir. Bu yüzden şair başta iç ahengini ayarlamış, kelimelere vereceği terbiyeyi tamamlamış olmalıdır. Benim kendime yüklediğim sorumluluklardır elbet bunlar.

Yukarıda arz etmeye çalıştım: Sözler ve manalar ile yoğurduğum çamura kendi ruhumdan üfleyerek şiirimi ortaya çıkarmaya çalışıyorum. Bunu yaparken, benden öncekilerin kullandıkları usul, eda, ahenk gibi unsurları ıskalamadan, ama fazla da içine girmeden; mana ve mazmunların hakkını gözetmeye çalışıyorum. Bu alanlar sözün, sanatın ve şiirin sıhhat alanlarıdır. Şairi zorlasalar da sonunda ortaya çıkacak eserin “nesep” meselesi olmayacaktır. Yani şiir “nesebi sahih” bir şiir olacaktır. Benim kendi şiirimle asıl meselem budur. Bu kadar sözden kimsenin nasihat çıkarmaması gerektiğini söylememe bilmem gerek var mı? Zaten aranızda şiirleri dergilerde yayınlanan arkadaşlar var. Bazılarını isimleriyle tanıyordum. Bu toplantı vesilesiyle kendilerini de tanıma fırsatını. Aranızda gizli şairler de bulunabilir. Şiir yazıp yayınlayanlar zaten bir badireyi atlatmış olduklarından kendilerine göre şiir anlayışları elbette vardır. Hatta garip gelmezse şiirleri bütün şiirleri dövecek yiğitlikte de olabilir. Sonuçta birkaç örnek dışında bu anlattıklarımın kimseyi ilgilendirdiğini de sanmıyorum. Çünkü ben şiirin düşüncesinden ve okunmasından söz ediyorum. Bu ısrarımın sebebi şiirin ülkemizde okunmaktan ziyade yazılmak için  uğraşılan bir sanat dalı olarak hükmünü icra etmesidir. Nitekim Irak savaşı öncesinde, savaşla ilgili birkaç söz söylemesi gereken Sayın Meclis Başkanımız : “ İyi biliyorum ki, Buş ve Saddam hayatlarında bir şiir yazmış olsalardı bu savaş çıkmazdı.” Şiirin de sadece bir yazmak eylemi olduğu siyasi iktidarca da saptanmış oldu. Zaten Yüce Meclisimizde şu anda çok sayıda şair bulunuyor. Yazdıklarını biliyorum. Okuyup okumadıkları konusunda bilgim yok. Zaten artık milletten vekâlet almış olduklarından şiir okumaya ayıracak vakitleri kalmamıştır. Zaten artık o makamı iktisap ettikten sonra her yazdıkları şiir sayılır. Sayılmalıdır da.

 

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir