“Kıyı” Şiiri Bu Sayıda
“Türk Dili” Dergisinin
Ocak 2016 Sayısı
Çıktı
Türk Dili’nin yeni sayısı
Ali Karaçalı’nın
aşağıya alıntıladığımız
“Ocak Notları” yazısıyla
okuyucuya merhaba diyor:
Yeni yılın ilk sayısıyla karşınızdayız.
Türk Dili, yazı kuruluyla, çalışanlarıyla, her sayıda güçlenen yazar kadrosu ve okuyucularından aldığı hız ve heyecanla geçtiğimiz yıl da ilkeli çıkışını sürdürdü.
Dergide yıl boyunca nitelikli öyküler, şiirler, denemeler, günlükler, inceleme ve değerlendirme yazıları yayımlandı. Özgün, kapsamlı özel bölümler hazırlandı. Her sayısında oylumlu ve kuşatıcı edebiyat söyleşileri gerçekleştirildi.
Yıl içinde kendileriyle eserleri bağlamında söyleşi yapılan yazarlarımız; Necati Mert, Sevinç Çokum, İbrahim Yıldırım, Murat Gülsoy, Mustafa Aydoğan, Handan İnci, Hayriye Ünal, Murat Yalçın, Hicabi Kırlangıç, Orhan Okay ve Cevdet Karal oldular.
Mart’ta Doğumunun 100. Yılında Haldun Taner, Mayıs’ta Edebiyat ve Rüya, Temmuz’da Ölümünün 50. Yılında Refik Halid Karay özel bölümleri, Aralık’ta ise Dilin Perdeleri Özel Sayısı yayımlandı. Yoğun bir emekle hazırladığımız özel sayımız, alanında bir ilk olması, konuyu bütüncül bir yaklaşımla irdelemeye çalışması dolayısıyla akademi çevresi ve okuyucuları tarafından haklı bir ilgiyle karşılandı.
Yazarlarımızdan Rasim Özdenören, Cevdet Karal, İrfan Çevik ve Handan Acar Yıldız 2015 yılında çeşitli kurum ve kuruluşlarca ödüllendirildiler. Kendilerini içtenlikle kutluyoruz.
Dergimiz yeni yılın bu ilk sayısında okuyucusunu İhsan Deniz’in Çok Şey Olmuş Bana başlıklı şiiriyle selamlıyor.
Cevdet Karal, Veysel Çolak, İrfan Çevik, Mehmet Aycı, Selim Erdoğan, Ali Sali, Mahmut Derviş, Zelkif Yıldırım, Şevket Önder, Orhan Tepebaş bu sayımıza birbirinden güzel şiirleriyle güç veren diğer şairler.
Mevlâna İdris’in Sessizlik Torbası adlı masalını okurken Türkçenin rengini, kokusunu ve tadını duydum. Handan Acar Yıldız’ın Perde, Merve Koçak Kurt’un Bu Bizdeki Derinlik Sarhoşluğu, Ercan Köksal’ın Şevket’in Anası, Müzeyyen Çelik’in Kapının Adamları öyküsünde de duyduğum gibi.
Mehmet Narlı’nın şiirin çağrısıyla çıktığı düşsel Balkan yolculuğu, Ömer Aksay’ın şiir üzerine dikkatlerini içeren notları, Hamza Zülfikar’ın ısrarla dikkatimize sunduğu dil yazıları, Dursun Ali Tökel’in her sayıda bir başka açısını gösterdiği divan edebiyatı özelindeki özgün tespitleri, Mehmet Öztunç’un yakında kaybettiğimiz
Türk şiirinin usta ismi Gülten Akın ve şiiri üzerine yaptığı değerlendirme ve Nevzat Gözaydın’ın bir süredir titizlikle sürdürdüğü söz varlığımıza katkı bağlamındaki yazısı dikkatle okunmayı bekliyor.
Yayın dünyasındaki hareketlilik dergimizin Kitaplık bölümünün hacmini de zorladı. Birçok yazarımızın yeni çıkan kitaplarla ilgili değerlendirme ve tanıtma yazılarını sonraki sayılara ertelemek zorunda kaldık. Bu sayımızın Kitaplık bölümü yazarları: Handan Acar Yıldız, Sevde Gürel, Hatice Ebrar Akbulut, Ali Sali, Selçuk Karakılıç ve Uğur Mantu.
Gündem’de ise Semih Topsakal’ın dil ve edebiyata, Nail Tan’ın yitirdiklerimize dair yazıları var.
Dergimizde yılın ilk edebiyat söyleşisini Aslıhan Tüylüoğlu şair Veysel
Çolak’la gerçekleştirdi. Veysel Çolak’ın son yayımlanan İki Karanlık Arasında adlı şiir kitabından yola çıkılarak 45 yıllık şiir yolculuğunun konuşulduğu bu söyleşi onun şiir ve imge dünyasına girmede okuyucusuna yeni ufuklar açıyor, yeni kavrayış imkânları sunuyor. Çağına ve çağının sorunlarına duyarlı lirik bir şairle yapılan bu söyleşiyi ben ilgiyle ve severek okudum. Sizlerin de aynı duygularla okuyacağınızı umuyorum.
Bir Soru
Bazen böyle oluyor: Ekranı kapatsan da boş. Tablo gerçekten ağır ve koyu. Gece uzun, sisli, soğuk, simsiyah. Ekranlardan yüzümüze sıçrayan bu ürpertinin sözlüklerde karşılığı yok. Bunca acıyı, kahrı, öfkeyi üreten de biziz, taşımaya mahkûm olan da. Kaçışı yok.
Durmayı, yavaşlamayı, içine dönmeyi, dingin bir zihinle varlığı, olguyu, dünyayı algılamayı gerekli kılan edebiyat, sanat ve düşünce eylemi, ağırlaşan bu tablo karşısında nerde duruyor sorusu da ortadadır.
Kanıksanmış acılarımızla duvarda asılı Guernika tablosuna bakıp duruyoruz. Bu tabloda ışık hem var hem yok. Biliyoruz ki karanlığın en koyulaştığı yerin ucundadır ışık.
Yukarıdaki cümleleri yazdıktan sonra durdum. Her ne kadar yaşadığımız zamanın gerçekliğine tekabül etmiş olsa da böyle bir tabloya vurgu yaparak söz almanın uygun olup olmadığını düşündüm.
İçinden geçtiğimiz, yaşadığımız günlerin ağır, ufunetli havasından etkilenmemek elbette mümkün değil. Bunun için şair Veysel Çolak: “Artık biliyorum bütün denizlerin gözyaşı olduğunu” diye başlıyor şiirine. Bunun için Ömer Aksay: “Şimdilik ilan-ı aşk için uygun zaman değil” diye bitiriyor.
Edebiyatın ve sanatın öncelikli işlevi şüphesiz yaşadığı zamana, çağına tanıklık etmektir; bununla birlikte, her şeye rağmen insana olan inancı, güveni ve umudu diri tutmaktır.
Öyle değil midir?
ALİ KARAÇALI
Birbirinden güzel yeni şiirlerin öykülerin yer aldığı bu sayıdan tadımlık olarak Selim Erdoğan’ın “Kıyı” şiirini aşağıya alıntılıyoruz. Daha fazlası için Türk Dili Ocak sayısından bir tane edinmelisiniz, Bu imkânınız da yoksa "Türk Dili" dergisinin web sayfalarına bakabilirsiniz.
SELİM ERDOĞAN
Kıyı
(Delirme Saatleri-3)
bir kar tanesini yakalar gibi şimdi kaldırsam ellerimi
aldırmaz bana defalarca geçtiğim bu karanlık dehliz
sonunda bir yusufçuk gibi çekilir de aramızdan ömrüm
sararmış buğday tarlalarının içerisinde kalırız biz
bir kar tanesini yakalar gibi şimdi kaldırsam ellerimi
keşke son kez delirsem kusarak sokaklarını bu şehrin
çağlayan bir pınarın altında habire köpürsem keşke
sırtı yırtık gömleğimle kadınların avucunda kalsa da yüreğim
bir daha, bir kez daha yeşerse kelebekler gibi ömrüm
keşke son kez delirsem kusarak sokaklarını bu şehrin
bir sabah uyandığımda dinmez mi göğsümdeki deniz
bir daha karşıma çıkmaz mı yola bıraktığım tarla kuşları
yüzüm kızardığında bir yağmurla sevişmeden henüz
akşam olur da başını uzatır mı kollarımıza şu gök
bir sabah uyandığımda dinmez mi göğsümdeki deniz
rüzgâr ne yandan çevirse de sahifemizi
artık yağmura sırnaşarak başlayamam sabaha
bu yüzden anlaşılmaz benim bir daha delirmem
bir daha yoksulluğum anlaşılmaz bu yüzden
rüzgâr ne yandan çevirse de sahifemizi
ey masum kızların omzundan kalkan bu hicran
artık aramaya mı koyulsam ortaya saçılan kuş cesetlerini
hatta haydi bismillah! diyerek ölürken bile
sabah ezanında gürleyen bir yağmura mı yakalansam ben
ey masum kızların omzundan kalkan bu hicran
gök gürlemiyor, insan ağlamıyor ve konuşmuyorsa bu şehir
fısıldayın bana sokakların sesini nasıl işiteceğimi
açıklayın durmadan yürüsem de neden uzadığını yolumun
üzerine koştukça benden uzaklaşan şehrin ışıkları nasıl şey
gök gürlemiyor, insan ağlamıyor ve konuşmuyorsa bu şehir
oysa üstüme titreyen güz benimle kalmayacak
merakla kim olduğum sorulmaya başlandığında
insan tadında kıyıya vurmuş olacak bile bedenimiz
bu yüzden ardımda yoksulluk kalırsa şaşmam
çünkü ya şair kalacağız biz ya da yok edecek bizi bu deniz