Sinema Yazarı Fatih Özgüven, Radikal'de sinemanın büyük ustalarından Rus yönetmen Andrey Tarkovski üzerinden Türk Sinemasının içinde bulunduğu durumu yazdı:
Ama, ister Ortodokslukla Müslümanlık, ister İnançla İnançsızlık arasında binamaz kalınsın, Slav kederi Türkiye’de sanatla uğraşan insanlara daima hitap etmiştir. Aynı aşılmaz İmparatorluk ruhunun, aynı karanlık, devasa, bürokratik devlet makinesinin çocukları olma hali, aynı iç daraltan çıkışşızlık, dünyada (Batı diye okuyun) olup biteni kaçırmış olma duygusu, karanlık, küçük, iyi ısınmamış odalar, benzi solgun delikanlılarla onlara kayıtsız şartsız aşık fedakar kızlar Dosto’yu sevmemizi sağlamışa benzer. Sinemada bunun son otuz küsur yıldaki yansıması Tarkovski’dir. Tarihe tanıklık havasına girerek söyleyeyim, milat herhalde ‘Nostalghia’nın İstanbul film festivalinde gösterilişi olmalı.
Ama Türkiye’de sinema yapanları asıl çarpan herhalde ‘Stalker’dir. (Belki biraz da ‘Solaris’, sonra da ‘Adak’.) Bu yarı mitik yarı distopik, yarı fütüristik yarı teknolojik, ama herşeyden önce şıpır şıpır ıslak güzel film Dostoseverliğin son sürümü gibiydi o yıllar. İslav kederinin metafizik ve fotojenik bir çıkışşızlıkla buluştuğu ‘Tarko' sinemasının zirvesi…
Sinema yapan herkes de hala içten içe Tarkovski olmak ister sanki. İşte adı anılmaya başladığından beri merak ettiğim ‘Neden Tarkovski Olamıyorum?’, esprili ismiyle bile bu çok önemli noktaya parmak basıyor. Neden olunamıyor Tarko? Sinemada en azından, bu son yıllardaki bir çok şeyle bağlantılı. Piyasaya iş yapmak mı, kendi filmini çekmek mi ikilemi, evlerde erkek arkadaşlarla bira içip ‘Ahmet Kaya aslında yaşıyormuş usta’ muhabbeti yapma kasveti, ‘fon aramak için her yol mübah’ düşüncesiyle gizli gizli yarışan acaba NBC çıtasını aşabilir miyim tefekkürü, ‘konu’ bulamamanın sıkıntısını başkalarının ‘konu’larıyla doldurayım derken geçen hayatlar.
Şöyle ya da bütün bunları soran bir film için iTansu Biçer’in Slav simasıyla Beyoğlu civarı bekar evlerinin loşluğundan daha iyi ‘yer’ bulunamazdı. ‘Stalker’ pastişi bir sahneyle açılan ‘Neden Tarkovksi Olamıyorum?’ bulduğu ve ortaya attığı soruların birçoğu üzerinde samimiyetle düşünüyor da gerçekten. (İsminin vaad ettiği kadar olmasa da belli bir mizah duygusuyla da.) Fakat ‘Stalker’deki köpeğin neredeyse aynısını bulmuş olmak yetmiyor. ‘Neden Tarkovksi Olamıyorum?’ kadın-erkek ilişkisi, erkeklik meselesi üzerine düşünse bile, ‘açsındır, biraz daha yemek ye’ ya da ‘al şu parayı, baban görmesin’ tipi annelerden, erkek çocukların bir alt sürümü olan babalardan başka dişe dokunur bir ‘psike’ bulamıyor genç erkek kahramanına. Son zamanlarda çekilen bir dolu Türk filmi gibi. Bu filmlerde bir sahnede karşılaşan iki erkek (ya da romantik olmayacaklarsa kadın-erkek) o sahneyi mutlaka ‘nasılsın, ne var yok/ İşte nolsun, fena’ değil’ muhabbetiyle açıyorlar ve nemli bir mutabakattan başka hiçbir karşılaşma, çatışma olmuyor aralarında. Bu bir fikriyat sorunu olduğu kadar, mizansen sorunu da elbette.
Neden son zamanlar sinemamızda bir odaya giren herkes ilişkiyi ‘selam sabah’la açar (ve böylece bazı şeyleri başlamadan kapar) ya da anneler oğullara durmadan yemek yedirmeye çalışırlar, bunlar üzerine birileri bir ara bir tez yazar umarım. Öte yandan, daha da önemlisi; neden sinemacı delikanlı her sabah yatağından doğrulduğunda bir posterden parmağını uzatan Tarkovski ona ‘ilkelerinden vazgeçme’ uyarısı yollar? Tarkovski neden Sam Amca posteri esprisinde bir ahlakçıdır? Bir devrimci baba figürü, bir öğretmen, bir üst ben?
Bunun sebepleri muhtelifse de, asıl söylenmesi gereken, Tarkovski sinemasının astarını oluşturanın, arasıra dinle buluşsa da, ondan çok öte bir şey olan ‘manevilik’ hissi olduğudur. ‘İlke’ lerden çok, asıl ıskalanan budur, bu manevilik hissi ile bağlantı sağlanamayınca esasen katiyen ‘Tarkovski olunamaz’. O his gelince anneler de yerine oturur, babalar da, filmler de. (Anne fikrine adanmış en büyük filmlerden biri olan ‘Ayna’yı da üstadın yaptığını hatırlayalım.) Sinemamızda gerçekten Tarkovskivari bir ‘kaybolmuşluk’ ve ‘bulunma isteği’ hali üzerine düşünen birileri olmadıkça bu sorunun hep sorulacağını, filmlerin erkek kahramanların da ilelebet bir bira denizinde yüzeceklerini düşünmek çok mümkün.
Radikal / 5 Şubat 2015