Yalnızlıklar ve Dostluklar Vadilerinde 2024

MEHMET ALİ BAL
Yalnızlıklar ve Dostluklar Vadilerinde 2024
 
İster insanın ontolojik serüveni isterse yaşadığımız zamanların özel olayları içinde yalnızlıklar ve dostluklar biçim değiştiriyor. Tıpkı kainattaki sonsuz sayıda galaksiler ve gök cisimlerinin akıl almaz hesaplar, maksatlar ve neticeler prizmasında dönmeleri, yer değiştirmeleri gibi insanın ve milletlerin serüveni de benzeri bir akış ve varoluş evreninde her an başka şekillerde yoğruluyor.
 
Sonsuz zamanın 2024 vadilerine girdiğimiz şu günler vesilesiyle bireysel ve toplumsal yalnızlıklarımız ile dostluklarımız üzerine hissiyatımı paylaşayım istedim.
 
Yalnızlıkların en aşağı düzeyde anlaşılanı bir kişinin ailesinden, yaşadığı sosyal çevreden, sevdiklerinden ayrı düşmesidir. Bu genellikle türkülerimize, şiirlerimize konu olmuş gurbet hayatıdır. Bu yalnızlığı kolayca sazın tellerine, şiirlerin dizilerine yansıtmak mümkündür. Yalnızlığın her türü zordur, dayanılmazdır kuşkusuz ancak böylesi bir yalnızlık emsalleri arasında ontolojik bağlamda en az acılı olanıdır. Zira bir başına insan, yakıcı ancak yok edici olmayan duyguları ve ruhuyla vardır.
 
Vatanından ayrı gurbette olmak yalnızlığın bir başka çeşididir. Bugün vatanlarından ayrı yaşayan milletleri, toplulukları düşünelim. Ne kadar zenginlik ve mülke sahip olsalar da vatansızlık sızısı hep yalnızlığı besler. Daha da kötüsü ise milletçe kendi topraklarından sürgün edilmek, mülksüzleştirilmektir. İşte bugün Gazze’nin, Filistin’in 1948’de maruz kaldığı felaketin ve zulmün neden olduğu gurbet ve yalnızlık böyledir. Elbette ki, Filistin’in yalnızlığı bu kadarla da sınırlı değildir. Neredeyse dünyanın en kudretli devletlerinin tamamı onu yalnız bırakmışlardır.
 
Yalnızlıkların derece olarak bir üstü ise iki kişilik yalnızlıktır. Bir kişilik yalnızlığa göre cehennemi bir hava yaşatır insana…Anlayışsızlık, nezaketsizlik, sürekli suçlamalarla sürüp gider bu kuşatma. Nihayetinde her iki kişi de kendi demir fanuslarında yapayalnız kalıverirler.
 
Kalabalıklar içinde yalnızlık ise dayanılır bir gurbet hissi verir insana. Hiç kimseden birşey beklemez, kimseden almaz, kimseyi kırmazsınız. Öyle ya kalabalıklar içinde ha varsınızdır ha yoksunuzdur; ama, kendiniz olarak varoluş çabanız devam etmektedir. İki kişilik yalnızlıkta ise ıstıraplı bir yokluğa maruz kalırsınız.
 
Bir diğer ve daha kötü yalnızlık ise aynı değer ve idrakleri paylaştığınız insanlardan ayrı düşmenizdir. Bazen hassas bir çizgide yoğunlaşan dostluklar küçük bir sarsıntıyla dostları uçurumların başka taraflarına atıverirler… Bazen de açık bir ihanet, açık bir iki yüzlü ihlal söz konusudur. Beklemediğimiz bir saldırıdır bu, cevap bile veremezsiniz, ebkem (Dilsiz) kesilirsiniz! Dostluğun mahremiyetine ve değerine yakışmayan bir saldırıyı düşünebiliyor musunuz? Karşılık verseniz dostluğa bizatihi siz de ihanet etmiş olacaksınız. Böylesi hücumlara karşı hangi mahkeme sizin derdinize çare bulur? Bu tür durumlarda Hazreti Süleyman (as) huzurunda annelik davasında bulunan gerçek annenin “Çocuğu ikiye ayırıp eşit şekilde ikinize vereceğim” teklifi üzerine atılıp “Çocuk benim değildir, karşı tarafındır!” deyişi aklıma gelir. Eski dostlarınız, toplumunuz iftira atmaya başlar ise sükût içinde başınızı giyotine uzatmak en az zararlısıdır.
 
Kendini değerlerinden yoksun bırakmak da bir yalnızlıktır. Bu tıpkı pusulasız okyanus ortasında kalmak gibi bir acınacak yalnızlıktır kuşkusuz. Bir bakar mısınız halimize, dünya nimetleri ve maddi saltanatlar önümüzde dev dalgalar gibi kabarmışken pusulasız ve limansız bizler nasıl bir sosyal yalnızlığa duçar olduk.
 
Bütün bunların dışında büyük yalnızlık, insanın Yaratıcısından ayrı düşmesidir. Batı edebiyatında ve tarihinde lanetlenmiş insanların anlatıldığı eserleri okumuş veya izlemişsinizdir. Bu Yaratıcıdan aynı düşmenin tabiri caizse sathi yorumudur. Henüz toplumun veya inanç otoritesinin onayladığı yalnızlık insanın tam olarak ruhuna nüfuz etmemiştir. Aslında bunun gerçek hali ve daha kötüsü insanın bizatihi kendisinin dalalet vadilerinde kendi iradesiyle kendini yaratandan ve fıtratından bağını koparmasıdır. Bu facianın mağduru ve muhatabı yalnızlığından bile habersizdir, şuursuzdur. Bugün Müslümanların yaşadığı dünyanın sakinleri böylesi bir bireysel ve toplumsal faciayı yaşamaktadırlar.
 
2024 şafağını yaşadığımız şu günlerde bu kadar yalnızlık da anlatılır mı demeyin değerli dostlar! Bu metnin gerçek kelimelere yani hayata dökülmüş halini görmeye, anlamaya, hissetmeye, yaşamaya insan olarak gücümüz yetmez. İnsanımız ve insanlık yüzyıllardır biriken vahşi bir bireysellik, yalnızlık girdabında çırpınmaktır. Bu çırpınmadan doğan çatışmalar, acılar, ıstıraplar, daha da kötüsü çıkarcılığın akide haline getirilmesi öyle büyük facialar doğurmaktadır ki!
 
Kaldı ki, bu içiçe yalnızlıkları tam aksi yönde bir davetin zorlu sebebi olarak saydım: Önce kendimizi, içimizdeki beni dostluğa çağırma… Varoluşumuz üzerine, kendimizi var etme soylu çabasıyla inşa etmemiz ne kadar takdire şayandır. Varoluş Yaratıcı’nın hediyesidir, var etme çabası ise insana aittir. İşte bu var etme çabası ilk önce kendine dost olmayla başlar. Kendine yani varlığını önemsemesiyle, değerlerini benimsemesiyle ve Yaratıcısı ile bağını kurmasıyla başlar. Kendini önemser ise dostlarını önemseyebilir; değerlerini tam benimseyebilirse toplumunu inşa edebilir; Yaratıcısı ile bağını kurabilirse bütün insanlığa hitap edebilir, kendine evrensel bir ev kurabilir. Ki bu eve herkes davetlidir! En başta bireyin kendi yalnızlıkları aşılır, sonra da iki kişilik yalnızlıklar tamir edilir, sonra da toplumsal yalnızlıklar yani batıl kabile anlayışları izâle olur. Dost ruhu ve değerleri her yeri kapsar.
 
Keşke bu davet İsrafil’in Surunun sesine ve kudretine sahip olsaydı dostlar. Zihinleri dağılmış, duyguları tahrip olmuş ve yalnızlaşmış, hanelerine fesat çökmüş ve yurtlarına düşmanlar hâkim olmuş insanlara bir hayat nefesi verebilseydi. Kabullenilmiş yenilgilere karşı durabilme dirayetini, savaşta öngörü sahibi olma basiretini, barışta ise barışı yaşatabilme gücünü ilham verebilseydi. Frantz Fanon gibi “Mücadele zaferden daha önemlidir” avunmasını kurutabilseydi. Çocuklarından birinin ölmek üzere doğduğuna inanan Yoruba kadınlarının batıl inancını yıkabilseydi. Ne güzel olurdu değil mi dostlar, her başarısızlıkta ve kötülük karşısında zaaf gösterirken değil de zaferlerden sonra ve kötülüğe direnirken “Kader” diyebilseydik. Ve bu davet, İsrafil’in Suru gibi içimizde ölmüş ve çürümüş değerleri, inançları, irademizi diriltmeye mazhar olsaydı…
 
Sayın ki, bu yeni yol kutlaması böyle bir davet olsun. Gerçekten her açıdan yeniden dirilmiş, yeni perspektiflerle bezenmiş, yepyeni hayat ve mutluluk arzusuyla canlanmış yeni yıllar diliyorum. Saygılarımla.
 
 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir