Yavaş Yavaş Soluyordu Hayat 

İSMAİL OKUTAN
Yavaş Yavaş Soluyordu Hayat |ÖYKÜ|
 
Camın ardındaki neşeli çocuk şenliği şehrin telaşesinden uzak tutuyordu beni. Akasya yapraklarından gelen güzel kokular iyice açıyordu içimi. 
 
Ağırlaşmış ve yere çökmüş gibi ilerlemiyordu bir türlü zaman. Zamanların en hüzünlü olanıydı, belki de en neşeli, en dehşetli olanıydı. Sükûnetin fırtınalara döndüğü, kaosun sessizliğe sığındığı, sevincin hüzne battığı, kasırgaların sakinliğe doluştuğu enteresan, felaket bir zamandı. Belli ki vakit hem oyun vaktiydi hem de öğrenme vaktiydi. Anlamsız bir şekilde umut ile karamsarlık aynı anda çöreklenmişti içime. Hüzün ile sevinç aynıydı, el ele ilerliyordu sanki. Güzellik ile çirkinlik aynı anneden emziriliyordu. Okulda ise vakit ikinci dersin son dakikalarına doğru ilerliyordu. Teneffüs zili çalınca çocuklar gürül gürül akan bir ırmak gibi akarak büyük bir gürültüyle bahçeye koştular.
 
Hafifçe açık kalan pencereden arı kovanı gibi uğultulu bahçeden gürültü doluyordu içeriye, oturmaktan usanıp yerimden kalktım. İçimde bir istek doğdu, yüreğine umut ve sevgi dolduran çocuklara bakma isteği uyandı. Onca zaman bilgisayarın başında hareketsiz durmaktan dizlerim uyuşmuştu iyice. Sırtımın serleştiğini hissettim. Biraz olsun dinlenmek, soluk alabilmek için camın kenarına yaklaşıp pencereden çocukları izlemeye başladım. Sonra o sıcak sevgi ve gülücüklerine yakın olmak isteyen bir istek daha doğdu içime.
 
Bahçede pür neşe oynayan çocukların arasına karıştım. Onları izlemenin keyfini çıkarmaya çalışırken bir kenarda tek başına oturan Hayat’ın yalnızlığı takıldı gözlerime. Sanki bir çukura düşmüş gibi kendi içinde debeleniyordu, onu derinden hissettim. Ona doğru yürüdüm, okulun eski giriş merdivenlerinde tek başına oturuyordu. Bir eliyle demir korkuluklara tutunmuştu, diğer eli yere dokunmuştu, donuk bakan gözleri sabitlenmişti dizlerinde, öylece düşünüyordu. Kimsesiz bir çocuk gibi kenarda oturmuş, kalabalığın içinde yalnızlığına gömülmüştü, kimseyle konuşmuyordu. Etrafında zevkle oynayan çocuklara hiç aldırış etmiyordu. Küçücük dünyasında devasa dertleri vardı sanki.
 
Adımlarımı hızlandırıp biraz daha yürüdüm ona doğru, iyice yaklaştım; “Merhaba kızım, nasılsın,” diye seslendim?
 
Beni duymadı bile. Yoksa aldırmadı mı? Belki de bilinmez uçurumlarda annesinin gözleri arasında kayıp gidiyordu, yitip gidiyordu. Belki işine öyle geliyordu, duymamış gibi davranıyordu. Kim bilir belki de ruhunda sert fırtınalar esiyordu. İçini kasıp kavuruyordu yaman fırtınalar. Onu gözünden bile sakınan annesi kısa bir zaman önce hiç beklemedikleri bir anda, hiç istemedikleri bir şekilde onu ve kardeşlerini bırakıp evini terk etmişti. En büyükleri olan Hayat’ın bütün umutları ölmüştü işte o anda. Oysaki hayat umut demekti. Şimdi, iki yaşındaki engelli kardeşi de dev gibi, kaya gibi bir yük olarak onun omuzlarına binmişti. Şimdi yuvası, duvarları acılardan ve sancılardan örülmüş bir çilehaneye dönmüştü sanki. O zamandan bu zamana hep canlı kanlı, atılgan, girişken ve hayat dolu bir çocuk iken bir anda dünyası değişmiş, her şeyi alt üst olmuştu. Cadı gibi bir korku gelip yüreğine yerleşmişti. Artık zihnime yerleşen bir kurgu ile birlikte onun ruhunda ne kasırgaların estiğini ne fırtınaların koptuğunu, onu alıp hangi yabani korkuların ortasına savurduğunu hayal edebiliyordum.
 
Benim de içim kanamaya başladı. Oysaki onun beni duyduğunu göz kapaklarını oynatmasından, minik parmaklarıyla merdiven korkuluklarına hafif hafif dokunmasından anlamıştım, ciddi bir tavır takınarak bir kez daha seslendim:
 
“Hayat,” dedim. “Hayat, beni duyuyor musun?” Bir taraftan da hafifçe omzuna dokundum. Göğsü kabarıp kabarıp iniyordu. İçinden inler gibiydi, için için ağlıyordu, çenesini içine çekip yutkundu. Omuzlarını silkip yüzünü gizlemeye çalıştı. Bakışları sitemkârdı. Gözleri kızarmış, içinden hüzünler fışkırıyordu. Gözlerine bakmak istedim ama doğrusu bakamadım, o hüzün kaynayan gözlerine bakamadım, yaşlarla, fırtınalarla doluydu. Yüreğinde kasırgalar esiyordu. Yanına oturdum. “Neden konuşmuyorsun yavrum, bir derdin varsa bana anlat,” diye soracaktım ki ders zili çaldı. “Haydi, kızım sen de artık dersine git,” deyip sınıfına göndermek istedim.
 
Ayağa kalkıp bana doğru baktı, sonra bakışları boşlukta çakılıp kaldı. O neşe dolu, hayat dolu Hayat, utangaç bir bakış ile konuştu, ağzından kelimeler zoraki çıkıyordu:
 
“Bir şey yok hocam,” deyip utangaç bir eda ile isteksizce sınıfına doğru yürüdü. Arkasından baktım. Yürüyüşü acıklı, bakışları hüzünlüydü, büyük bir kadın edası ile ağlamamak için hıçkırıklarını tutup içine gömüyordu. Çok üzülmüştüm. İnce bir öfke dolmuştu içime. Kim bilir yüreğinde neler olup bitiyordu ama anlatmıyordu. Onun arkasından ben de tekrar içeriye girdim, garip bir hal içinde odama çıktım.
 
Birkaç dakika sonra heyecanla ve telaşla bir genç geldi yanıma. Kapıdan kafasını uzatıp:
“Hocam, Hayat’ı alıp eve götürebilir miyim?”
“Hayır, şimdi ders zamanıdır, ancak zil çaldıktan sonra alıp gidebilirsin.”
Gelen genç, Hayat’ın amcasıydı. Heyecanla konuşmaya devam etti; “Ama hocam, Hayat’ın annesi eve döndü, ne olursun izin ver, onu alıp gideyim,” diyerek sınıfa doğru yürüdü.
Ben de yerimden kalkıp arkasından yürüdüm. Bu defa aynı heyecan ve telaşla sınıfın kapısını çalmadan daldı içeriye:
 “Öğretmenim, Hayat’ı alabilir miyim, annesi eve döndü, onu götürmek istiyorum.” Amcasını bu sözlerle kapıda gören Hayat, şaşkınlık içinde hemen çantasını toplamaya başladı. Bir taraftan da gözlerinden yaşlar akıyordu. Tam bu sırada Hayat’ın annesi genç kadın açık kapıdan sınıfa bakıp:
 
“Kızıım, yavrum benim, ben geldim, ben, ben buradayım artık,” diyerek hızla daldı içeriye. O anda Anneee” diye bir çığlık koptu ve kapıdan çıkıp koridorda yankılandı. Hayat, ağlayarak bir kuş gibi uçtu adeta annesine doğru, kucağına atladı. İkisi de birbirine sarılarak hıçkıra hıçkıra ağladılar öğrencilerin önünde.
 
Onun içinde kopan şiddetli bir fırtına bu kez benim içimi de parçaladı. Bu kez onu alıp yaban ellere götürmemiş, annesini getirmişti yanına. İçine dolan, yüreğini yaralayan duyguları, tanımsız, tarifsiz acıları kovmuştu içinden. Bugün onu kardeşleriyle tek başına bırakıp giden annesi eve dönmüş yürek yangının söndürmüştü. Ağlayarak acılarını boşalttı annesinin kucağına. Annesi onu bir daha bırakmak istemeyen bir arzuyla ellerinden tutup sınıftan çıktı, ben de arkasından bakarak çıktım. Boynu bükük ama gülen gözlerle bana doğru koştu. Sevincinden bana sarılıp ağladı. Şimdi gözlerinin içi gülüyordu, umut ve sevgi ile parlıyordu. Giderken bir kez daha baktı bana doğru, kelebekler gibi mutluluktan uçuyordu adeta, bunu okuyordum yüzünden. Gamzelerinde açan gülleri bana doğru fırlatarak gitti annesiyle birlikte.
 
Onlar giderken, ben de sevincimden uçuyordum. Bir damla hüzün ile bir demet ağlayış kaldı geriye. Yavaş yavaş solan bir hayat sevgi ile yeniden yeşerdi beton duvarlar arasından. O masum bakışları, o bükük boynu kaldı içimde. Sınıfta ise sırayı ve yerleri ıslatan, duvarları boyayan bir keder kalmıştı geriye. Yavaş yavaş solarken, hayat yeniden yeşermişti taze bir çiçek gibi. Taze bir çiçek nasıl kaldırabilirdi tek başına koca bir ağacın yükünü?
 
 

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir