İnsan

AZİZ SAVAŞ 
İnsan
 
Hep merak etmişimdir: bir an için zaman dondurulsa ve o anda insanların zihinlerinde ve gönüllerinde cereyan eden düşünceler ve hisler bir beyaz perdeye yansıtılsa nasıl bir manzara çıkardı ortaya acaba? Zahiren yan yana, aynı ortamda, aynı mevzu ve sohbetle alakalı insanların bile zihinleri ve gönülleri nasıl bir tablo sergilerdi, kim bilir? Herhalde gördüklerimiz karşısında afallar ve hayretler içerisinde şaşakalırdık. Milyarlarca insanın aynı anda, binbir çeşit fikir ve hisle meşgul olan ruh ve gönülleri, tıpkı yaşamları ya da içerisinde yaşadıkları evlerin dekorları gibi türlü türlü hayallerin, emel ve arzuların süslediği basit barınaklardan koca saraylara kadar bir uzayıp bir genişleyen mekânlar gibidir.

Tek tek her insanın gönül ve dimağ dünyası, dünyamızda cereyan eden iklimlerden daha hızlı, daha çeşitli, daha değişken, daha renkli ve daha kuvvetli düşünce ve duygu hareketlerine sahne olmakta ve hayatlarını daha kasvetli, daha bir kuvvet ve şiddetle etkilemektedir. Bu etki kendisini dışarıya yansıtmasa da, zahiren bakıldığında binlerce insanın birbirine benzeyen, birbirine eşlik eden bir yaşam tablosu görülse de, gerçekte bu böyle olmayıp, o et ve kemikten oluşan maddi binanın içerisini mekân edinen gönül ve fikir dünyalarında en adisinden; içerisinde lağım sularının aktığı, en batak, en kokuşmuş, en çirkef olanından, en mamur olanına; en parıltılı, en aydınlık ve adeta cennet bahçelerinden bir bahçe olanına, binbir türlü nebatat ve çiçeklerden rayihalar saçarak insanı mest edenine kadar nice dünyalar mevcut, nice hisler, düşünceler, emeller, arzu ve istekler, kendi köşelerinde mütemadiyen uçuşup durmakta, gezip dolaşmaktalar.

 İşte insan dediğimiz mevcûdât böylesine bir olgudur. Ve gerçek anlamda bir insanı belirleyen, ona kimlik ve şahsiyet kazandıran da bu ‘iç dünya’sıdır. Bizim zahiren gördüğümüz, hakkında fikir ve his sahibi olduğumuz ise, ancak bir küpten sızan ya da sızmayı başaran bir mayi kadar, insanın bu iç âleminden dışarıya sızan, davranışlarına, münasebetlerine, fikir ve düşüncelerine, maneviyat ve psikolojisine yansıyan kadardır. Gerçek dünyası ise çoğu zaman gafil olduğumuz, bize kapalı olan bir dünyadır. Kaldı ki, birçok insan iç dünyasını gizlemek, onu insanların görüş ve hissedişlerinden korumak konusunda bir hayli mahirdir. Bunu sadece menfi anlamda söylemiyorum; müspet anlamda da bu böyledir. Bu sebepledir ki, insanlar hakkındaki kanaatlerimiz çoğu zaman bizi yanıltır ve yanlış bir yöne sevk eder.

Diğer varlıkların aksine, insanoğlu, iki dünyanın içerisine birden doğar. Biri, içinde yaşadığı kuşatıcı dış dünya, diğeri ise, her ne kadar kendi içinde taşıyor ise de, ufku, bütün evrene ve evren ötesine uzanan iç dünya, yani manevi dünyadır. Dış dünyada, nasıl her yerin kendine özgü niteliği, kendine özgü havası suyu, türlü madenleri ve zenginlikleri varsa, her insanın bir iç dünyası ve bu dünyanın birbirinden farklı tabiatı, havası, hassaları ve zenginlikleri var. Her insan kendine özgü tabiatıyla başlı başına bir dünyadır. İnsanoğlu dış dünyaya düştüğü andan itibaren, gelişimi ile birlikte, şahsiyetini belirleyen ve iç dünyasını şekillendirecek olan tohumlar bir bir çatlamaya, boy verip gelişmeye, gönül bahçesini, ruh dünyasını, kısaca şahsiyet dediğimiz kişiliğini şekillendirmeye başlar. Çocukluk döneminden ergenlik dönemine kadar geçen süreçte insanın nasıl bir tabiata sahip olduğu, hangi eğilim ve hassasiyetler gösterdiği belirginleşmeye, müsbet ve menfi yönleri uç vermeye başlar. Her birimiz çocukluk yıllarına ait eğilimlerimize geri dönüp baktığımızda, bugünkü kişiliğimizin onlardan bağımsız olmadığını, o gün ince ve cılız bir fidan iken bugün dal budak salmış bir ağaç olmaktan başka bir şey olmadığını görürüz. Kiminde belki bu ağaç terbiye edilmiş; maddeten ve manen beslenmiş, şekil verilmiş, verimli ve münbit bir hale sokulmuş haldedir.  Kiminde ise, rastgele serpilmiş, bazı dal ve budakları kurumuş, dış dünyanın etkisine; tufan ve boranlarına, yangın ve bozgunlarına tamamen ya da kısmen terkedilmiş, bakımsız, çorak bir arazide yetişmiş bir ağaç gibi, verimsiz ve meyvesiz haldedir. İşte, dinin vurguladığı ‘insanın halifelik misyonu ve imar sorumluluğu’ sadece dış dünya ile sınırlı olmayıp, her iki dünya ile birden ilgilidir.

Akıllı insan, kendini keşfe çıkan insandır. İnsanın asıl sorumluluğu da kendi iç dünyasını, ruh, gönül iklimini imar etmekle başlar. Kendisine yabancı insan, dış dünyasına da yabancı olur ve onu gereğince bilip takdir edemez. İç dünyası mamur olmayan; harap olan, verimsiz ve çorak olan, dış dünyasını da verimsiz ve çorak bir hale getirir. Gönül dünyaları aydınlık olmayanların maddi dünyaları da ışıksız ve yaşanamaz bir haldedir. Çünkü maddi dünyamızı tanımanın, onu mamur ve yaşanır hale getirmenin kodları, manevi dünyamızın içerisinde, derinliklerinde saklıdır. Onu keşfedip bulamayanlar, maddi dünyalarına da yabancı olur, ona bir nizam ve düzen veremezler. İmar faaliyetinin ve sanatın olmazsa olmazı olan, estetik, letafet, rikkat ve mana, obje-süje ilişkisinin, sanatçının ruhunda ve gönül dünyasında, ne kadar hakikate tekabül ettiği, hakikatin sırları ve kodlarıyla ne kadar buluştuğu ile anlam kazanır, değer bulur. Manevi dünyanın hazineleri ise sınırsız ve bitimsizdir. İnsanoğlunun oradan taşıdıkları ise, ancak ulaşabildiği, keşfettiği kadarıyladır. İnsanlığın son iki asırdır, bütün ‘aydınlanma’ iddialarına rağmen içerisine düştüğü karanlık, huzursuzluk, adaletsizlik, insanların üçte ikisinin yaşadığı sefalet ve yoksulluk, kan, gözyaşı, yıkımlar, daha fazla kazanmak ihtirası uğruna insan onuru ve haysiyetinin çiğnenmesi, görmezlikten gelinmesi, bütün bunlar, vicdanların ve gönüllerin kararması ve maneviyattan uzaklaşması sebebiyledir.

Yine, son iki asırdır, Doğu'dan ve Batı'dan, umut ışığı olacak, geleceğe dair bir yol gösterecek, aydınlık bir tefekkür ortaya koyabilecek mütefekkirlerin, filozof ya da âlimlerin çıkmaması, hakikati ve hikmeti işar eden şairlerin yetişmemesi, klasik düzeye erişecek romanların, edebi eserlerin yazılamaması, insan ruhunu ve maneviyatını besleyen, önündeki ufku genişleten bir müziğin, onu hakikate yaklaştıran ve temas ettiren bir sinema filminin yapılamıyor olması yine hep insanların maneviyattan uzaklaşmaları sebebiyle ruh ve gönül dünyalarında yaşanan karanlıktan kaynaklanıyor.

Kaldı ki, kutsaldan ve onun ışığının maddi ve manevi dünyalarımızı aydınlatmasından uzaklaşmak gerektiği ve salt aklın ve beşeri tecrübenin yol göstericiliğini işar eden ‘pozitivist düşünce’ye ‘aydınlanma’ denilmesi de bir başka paradoks olsa gerek. Güneşin aydınlatmadığı bir dünya, nasıl karanlık bir dünya ise ve nasıl bütün varlık enerjisini ve hayatiyetini ondan alıyorsa, vahyin ve ilahi mesajın ışığından uzak bir hayat da akıl için o denli karanlık ve felaket olur. Akıl, insan için rehber ve yol göstericidir; ancak, aklın bu misyonunu yerine getirmesi için, kutsalın ve ilahi nurun aydınlığına ihtiyacı vardır. Bundan yoksun bir akıl, zifiri karanlıkta el yordamıyla yol alması demektir ki; her an bir uçuruma ya da foseptik bir kuyuya düşmesi kaçınılmaz olur. İnsanlık tarihi bunun örnekleri ile doludur: insanlar ne zaman hayatlarında vahyin nurunu karartmaya, hakikatı işar eden yol işaretlerini silmeye, hakikat ile batılı birbirine katıp hakikatı bulandırmaya başlamışlarsa felaketlere duçar olmuşlar, beşeri ve içtimai hayatları tefessüh etmiş, ifsat olmuş; zülüm, adaletsizlik, fitne, fücur baş göstermiş, insanlık onuru ve haysiyeti çiğnenmiş, hayatın ışığı sönmüş, hayat treni fıtrat yolundan sapmış ve insanlar hep bir kurtarıcının beklentisi içerisine girmişlerdir. Ta ki yeni bir peygamber gelip, yeniden yol işaretlerini koysun, kirlenen gönülleri ilahi nur ile temizlesin, aydınlatsın ve bozulan dimağları yeniden rayına oturtmuş olsun. İnsanlık tarihi boyunca sayıları bilinmeyecek kadar çok nebi ve resulün gelmiş olması hep bundan dolayıdır, insanın heva ve hevesine, şehvet ve ihtiraslarına uyarak hakikatten sapması ve hakikatin ışığını ve yol işaretlerini bilinmez kılmasından dolayıdır. Bu da insanoğlunun başka bir paradoksu, başka bir handikapıdır.

Hülasa, insanoğlu, garip bir varlık, meçhul bir muammadır. Hem kendisi için, hem de çevresi için… İnsan, nevi şahsına mahsus bir âlemdir ve belki de bugüne kadar keşfedilen hassalarının dışında, daha nice keşfedilmeye amade cevher ve madenler ile donatılmıştır. Yeter ki, mahir bir kâşif olsun da bu dünyayı keşfe çıksın, onun sonsuz ufuklarında gezinsin, semalarında uçsun, madde ötesine uzanan ebedi yolda yürüsün… Nice cevherler, parıltılar, güzellikler devşirecek oradan hayata.

 

20 Nisan 2015  / Asanatlar

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir