Muharrir Olmak

AZİZ SAVAŞ
Muharrir Olmak
 
Bugünlerde Refik Halid Karay'ın külliyatını okuyorum. Birçoğu, çağının siyasi-sosyal meselelerini, zamanın hayatın kıyısına köşesine ittiği, gözden ırak tuttuğu, büyük gündemlerin gölgesinde bıraktığı, ama her birinin fert fert insanların hayatına dokunduğu, ilmek ilmek canını yaktığı gelişmeleri, değişimleri, bir çağın ve medeniyetin yıkılışının serencamını, sosyal-kültürel yıkıntıları, iktisadi-ekonomik buhranları, psikolojik-manevi travmaları içeren romanlardan ve gündelik mecmua ve gazetelerde tefrika edilen mizah tarzında yazılmış makalelerden ibaret. Aman Ya Rabbim! O nasıl zarif bir dil ve seyyal bir üslup! O ne zeka, o ne zengin bir hafıza! Konular nasıl da ustalıkla ele alınmış; o ne sanatkârane ve rikkatli dokunuşlar, o ne tecessüs ve tahayyül genişliği!
 
Âdeta her bir mesele mikroskobun altına yatırılmış da her bir hücresi, ayrıntısı nasıl da ince ince, zarif bir dil ve üslup ile ele alınmakta ve mahir bir sanatkârın elinden çıkmış bir karikatür tadında mizah edilmekte! Zevk, tat, öfke, hiddet, alay, nükte, tefekkür, mana, tarih, kültür, sanat, coğrafya, edebiyat, dil, din, zekâ adeta mecz olmuş, bir hokkada mürekkep olmuş da, o mahir sanatkârın divitinden satırlar yazmakta; hikaye, roman, teşbih, tenkit, tahlil ve mizaha dönüşmekte… Her bir romanı, makalesi dolu dolu bir bal ekmeği kıvamında, ayrı bir meyve tadı ve lezzetinde; diri, taze, sulu ve rayihalı…
Aradan neredeyse bir asır geçmesine rağmen, zaman, tazeliğinden ve tadından hiç bir eksiltme ve pörsüme oluşturamamış; sanki bugün dalından koparılmış bir çilek gibi nazenin ve zarif… Her makalesini okuduğumda, kendisinin de o çok sevdiği tabirlerle, ortadan ikiye ayırdığınız bir karpuz gibi, daha ısırmadan, rayihasının sizi mest etmesi ya da dalından kopardığınız olgun bir şeftali gibi, dişleriniz dokunduğu anda ağzınızın baldan bir usareyle dolup taşması gibi bir tat ve lezzet almaktayım.
 
Evet! Ben işte böyle, kitapların arasında, bu türlü türlü tat ve lezzetteki meyvelerin bahçesinde, rayihalarından ser-mest halde iken, o muzır tahayyülüm; o iblisin namazın bir vecd ve huşu anında ansızın kalbinize adi dünyanın bir meşgalesini düşürüp, keyfinizi kaçırdığı, huzurunuzu bozduğu, gönül neşenizi ve havasını kirlettiği gibi, günümüze kanat açmakta, onun hatırasını akla düşürerek ağzımın tadını ve gönül neşemi bozmaya çalışmakta… O gaflet anımda, tahayyülüm iblisin vesveselerinin ardına düşerek, beni günümüzün gazete ve mecmualarında, televizyon ve haber sitelerinde köşe-bucak yer tutmuş, biteviye yazan, çizen ve konuşanların diyarında dolaştırıyor ve onların manzarasını seyre dalıyorum. Aman Ya Rabbim! O ne yavanlık ve tatsızlık!… O ne zevksizlik ve kabalık! O ne hissizlik ve çoraklık! O ne şuursuzluk, iz'ansızlık ve cehalet! O ne yalakalıklar ya da bağnazlıklar! O ne ilkesizlik ve onursuzluklar!
Kendimi, yemyeşil, türlü türlü boy ve endamda, çeşni çeşni renk ve lezzette ağaçlarla dolu bir bahçeden çıkmış da, bir yangın sonrası harabeye dönmüş, dal ve yaprakları yanmış, kararmış, güzellik ve letafetini kaybetmiş, çirkin, cansız kütüklerin, çıplak dal ve budakların doldurduğu hazin bir manzara karşısında bulunuyormuşum gibi bir hisse kapılıyorum. Bu ne amansız, ne felaket bir yangın ki, bir neslin ömrü içerisinde, asırların mahsulü olan o koca koca ağaçları, o devasa bahçeyi, o zevk, letafet, rikkat, sanat, mana, hikmet ve edep bağını yakmış da, çöle dönüştürmüş? O hangi işlenmiş günahın bedeli ki, Rabbim, bu kadar ağırına gitti de, öfken rahmetine galebe çaldı, ansızın, insanlık daha uykuda iken, gazap ateşini gönderdin de o güzelim bağı kapkara, yanmış bir toprak kıldın, çöle dönüştürdün?
Acaba diyorum, bugünün o kelli felli, o kibirlerinden küçük-büyük dağları yaratmış olmanın edasında olanlar, o gazete ve televizyonlarda köşe-bucak yerler kapanlar, o adlarının önünde türlü türlü unvanlar taşıyanlar, o gün olsalardı, o tahriratın, o gazete ve mecmuaların kapısından içeriye sokulacaklar mıydı, yüz bulacaklar mıydı? Rahmetli Refik Halid bugün yaşasaydı, bunlardan ne malzeme çıkarırdı a mizahlarına! Yoksa o nazenin kalemini, "Değmez a bunlara!" deyip hiç kirletir miydi? Haksızlık mı ediyorum? Hiç de değil!
 
Acaba bugün, hangi köşe sahibinin, hangi fıkra muharrirliği rolünü oynayanın yazıları -bırakın Refik Halid gibi yüz yıl sonra bile okuduğunda tat ve lezzetinden, sanat ve estetiğinden, mana ve ruhundan bir şey kaybetmesin-, üç ay sonra da okunduğunda aynı tazeliğini koruyor, bir mana ifade ediyor, bir değeri oluyor, bir zevk ve lezzet taşıyor mu? Hangi fıkra yazarı, hangi muharrir, Refik Halid gibi, kaleminin ve fikirlerinin namusuna sahip çıkıp, uğrunda yıllarını sürgünlerde geçirmeyi göze alır acaba? Bırakın sürgünleri göze almayı, hangisinin bir fikir namusu, bir kalem haysiyeti var? Her biri, bir futbolcu transfer edilir gibi parayı basanın takımına koşup durmuyor mu; patronlarının gösterdiği mevkide ve teknikte oynamıyor mu, istendiği zaman takımdan kesilmiyor mu? Haksızlık mı ediyorum? Hiç de değil…
 
Fıkra muharrirliği bir sanattır; her birinin kendisine özgü bir üsluba, bir dile, bir tarza sahip, adeta o şahıs ile müşahhas olan bir sanat… Kendilerine has seçkin bir okuyucu kitlesi olur ya da o kitleyi kendileri var ederler. Özgün bir alanda dururlar; başka başka meselelere eğilseler de, yine kendi özgün alanlarının perspektifinden bakar, kendi dil ve üslupları ile ele alırlar.
 
Geçenler de Üstad Sezai Karakoç'un "Sütun I" kitabını okuyordum; 1967-1968 yıllarında çıkardığı günlük bir gazetede yayınladığı yazılar… Her birinde, günün meselelerini ele almış yazılar… Bugün okuduğumda bile hala dipdiri, canlı ve bana hitap edebiliyorlar. Çünkü Üstad, o meseleleri bir polemik üzerinden ele almamış; meselenin salt şekliyle, vâkıanın salt kendisiyle ilgilenmemiş; ona bir mana ve tefekkür katmış, bir perspektif ve metodoloji yerleştirmiş, bir dil ve sanat kazandırmış. Bu yüzdendir ki zaman eskitemez onları; ilelebed yaşar giderler. Maalesef artık kalmadı böyle fıkra muharrirlikleri, böyle üstadlar…
Bunlar, o kadim geleneğin son solukları ve ölmüş cesedinde atan son nabızlardı. En büyük vasıfları ise, yerli olmalarıydı. Her biri, farklı hayat tarzlarına, farklı dünya görüşlerine, farklı din ve meşreplere, farklı etnik yapılara sahip olsalar da, kendi topraklarının, kendi milletinin, kendi tarih, kültür ve medeniyetlerinin ve kendi dillerinin künhüne vakıf, onun hamuruyla yoğrulmuş; başka kültür ve medeniyetler karşısında ezik olmayan, onları anlamaya çalışan ama teslim olmayan onurlu ve şahsiyetli kişilikler ve aydınlardı. Hem zamanının insanı hem de tarihlerinin, medeniyet ve kültürlerinin insanı olmalarıydı onları değerli kılan; tıpkı Refik Halid Karay, Yahya Kemal ya da Sezai Karakoç gibi.
 
Hülasa, böyle işte; o mendebur tahayyülüm, zaman zaman vesvese veren bir iblisin peşine takılarak, beni böyle ruhsuz ve çorak çöllerde dolaştırarak, maneviyatımı kirletiyor, zevk ve neşemi bozuyor.
Felak ve Nas surelerini okuyarak kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığınmaktan başka çarem kalmadı.
 
 
 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir