Postmodernizm ya da Şiirin İflası

MEHMET TAŞTAN
Postmodernizm ya da Şiirin İflası
 
Şiir yazmak, şiir üzerine düşünmeyi de zorunlu kılıyor elbette. Bu nedenledir ki, başından beri şiire ayırdığım zamanın büyük bir kısmı, şiir okumak ya da şiir üzerine düşünmekle geçer. Bu alışkanlıkla, sayfaya şiir biçiminde aktarılmış, hiç bir metnin, hiç de yoksa bir kaç satırını okumadan geçmem. Sonuna kadar okuyup okumayacağıma ise o ürünün albenisi karar verir… Otuz yılı aşkın bir süredir devam edegelen bu okumalar sırasında, çok beğendiklerim de olmuştur; şiir olarak var olmayı hak ettiğini düşündüklerim de… Ancak birkaç istisna dışında severek okuduğum şiirlerden hiçbirinin yeni dönem şairlere ait olmadığını esefle fark ediyorum. Dergilerde böyle, kitaplarda böyle, antolojilerde böyle… Üstelik bu ürünler, şöyle kıyıda köşede kalmış amatör çalışmalar da değiller… Modern Türk şiirini temsil eden ya da ettiği iddiasında bulunan edebiyat çevrelerinin ortak beğenileriyle ön plana çıkmış ürünler… Ama bir türlü şiir tadı vermiyor insana…
 
Tad… Bir dönemin şiiri üzerine kıymet hükmü oluşturabilmek için kullanılabilecek en kötü ayraç… Siz, bir şiirden tad almayabilirsiniz ama tad alma duyunuzla şiir kalitesini belirleyemezsiniz. O halde, tad alma duyunuzun kıstasları nelerdir? Doğru soru bu, değil mi?
 
Bu şiirlerde arayıp da bulamadığım nedir? kendi mahallelerinin çocuklarını parlatma gayretiyle "yüzyılın şairleri" adıyla çıkarılmış antolojilerdeki son otuz-kırk yılın ürünleri, edebiyat dergilerinde, şiir yıllıklarında yayınlanan onca şiir, niye ruhumda en küçük bir esinti meydana getirmiyor? Nedir bunun sebebi?
 
İşte bütün bunlar üzerinde kafa yorarken, geçende ülkemizin hatırı sayılır bir edebiyat dergisinin öncü şairlerinden biriyle buluştum. Sohbetin bir yerinde, onun masasında duran bir kitaptan herhangi bir sayfayı açıp okuduğum bir şiiri kendisine uzattım. O şiirde ne anlatıldığını ya da ne anlamamız gerektiğini sordum. Bunu söylerken de muhatabımın, hiç bir bilgelik ve derinlik içermeyen o metin üzerinde yorum ya da analiz yapmasını beklemiyordum. Çünkü, boyanın tuvale gelişigüzel serpilmesi gibi, birbiriyle ilgisiz kelimelerin alt alta yazıldığı metinden bir tema oluşturmak, bir ana fikir çıkarmak mümkün görünmüyordu. Muhatabım da bu durumun farkına varmış olacak ki, bir zekâ oyunuyla beni savuşturmaya çalıştı. Temasıyla ilgili hiçbir değerlendirmeye girmeden, şiiri basit bulduğunu, kendisinin daha karmaşık anlatımları tercih ettiğini söyledi. Sorun tam da buydu, derin görünsün diye suları bulandırmak…
 
Türk şiirinin duayenleri Mevlâna, Yunus Emre sözün derinliğinin saflığında olduğunu biliyor ve öyle söylüyorlardı. Yalnız onlar mı? İkinci yenicilere gelinceye kadar şairin ne dediği belliydi. Kullandığı bir kısım kelimeleri bilmemek ise, bir sözlük meselesiydi. Bunun dışında, şiirin ne dediğini anlama, temasını çözme sorunu yoktu. Teşbihleri, telmihleri bilmeseniz bile, şiirin duygusuna nüfuz ederdiniz. Aruz ve hece adlı iki ayrı ana damardan beslenen ve kinayesinden cinasına kadar zengin bir söz sanatı kadrosuna sahip bulunan Türk şiiri, ilk ciddi kırılmayı ya da cılızlaşmayı serbest şiire geçişle yaşadı. Orhan Veli'yle özdeşleşen bu yeni akımla Türk şiiri, eski Türkçe‘den, vezinlerden ve söz sanatlarından uzaklaştı. Sermaye olarak, elinde dil devrimiyle sadeleştirilmiş bir sözlükle gündelik hayatı anlatmak kaldı. Ancak vezni yıkan bu hareket, kelimelerde "yeniyi" tercih ederken, dilin yapısına müdahale etmedi. Vezinle birlikte eski sözlüğe reddiye olarak doğduğu için, şiirin melodisini bozdu ama Türkçe'nin söz dizimini (sentaks) korudu, dilin yapısıyla uğraşmadı.
 
Dilin yapısına, yani şiirdeki söz dizimine ve anlam bütünlüğüne müdahaleyi ise 1950'lerde ortaya çıkan ikinci yeniciler gerçekleştirdi. Edip Cansever ve arkadaşlarının önayak olduğu bu savruk söyleyiş, "entelektüel şiir" imajıyla servis edildi ve kabul etmek gerekir ki hedeflenen kitlede de şu ya da bu şekilde belli bir karşılık buldu. Yalnız klasik sanat unsurlarını değil, beraberinde dilin mimari ve melodisini de dışlayan bu akım, şiir adına son elli yılın ana belirleyicisi olarak merkeze oturdu. Geniş halk yığınları bakımından olmasa bile, sıra dışı olmayı yerleşik kabullerden uzaklaşmak olarak görenlerin, bu şiire gösterdiği rağbet, "modern şiir zevki budur" şeklinde bir algıyı dayattı.
 
Bu yeni akım, yazdığı şeyin hakkını ve hesabını verecek kadar derin bir şiir vukufiyeti bulunan ustaları sarmalına alamasa da, modern Türk şiiri adına son yarım asrın ana belirleyicisi, yeni kuşak şairlerin de umumiyetle yol göstericisi ya da en azından ana etkileyici oldu. Böylece şiirimiz yalnızca, Türkçenin mimarisini ve melodisini terk etmekle kalmadı; yüzyıllar boyunca taşıya geldiği söz sanatlarıyla birlikte, manadaki derinliğini ve söyleyişteki saflığını da kaybetti. Bu kaybediş, bir virgül için sabahtan akşama kadar düşünen şairlerin yerini, zamansız gelen misafire omlet yaparcasına şiir yazıp servis eden insanların doğmasına yol açtı.
 
Anlaşılmazlığını okuyucunun yetmezliğine tahmil ettiği için kimsenin "kral çıplak" diyemediği bu şiirler, yalnız söyleyiş biçimi itibariyle değil, poetikası itibariyle de flu ya da karanlıktı. Öyle ki, bu şiire ilişkin manifestolar, kendi dilini yaratmak, anlak, izlek gibi toplum zihninde karşılığı bulunmayan sözlerle doluyordu. "Postmodern şiir fenomeni, şiir kamusunun henüz sınırlarını ve muhteviyatını yeterince tefrik edebildiği bir tanıma sahip değil" ifadesinde olduğu gibi birbiriyle ilgisiz kelimeler aynı cümlede zoraki tutuluyordu. Ama cümlenin ne dediğini anlamak hemen mümkün olmadığı için tekrar tekrar okumak gerekiyordu.
 
Onlara göre mısra devri kapanmıştı, şimdi şiire bir bütün olarak bakma zamanıydı. Oysa şiir mısralardan, mısra onu şekillendiren kelimelerden oluşur. "Yasemin" kelimesindeki bütün sessizlerin yumuşak, seslilerin kalından ise inceye doğru giden bir ahenk oluşturduğuna dikkat etmeden bu sözdeki güzelliğin sırrını keşfetmek mümkün değildir. Türkçe'de binlerce kelimede var olan bu insicamı görmeden kusursuz mısraya varılması beklenemez. Hakkı İbrahimhakkıoğlu'nun, "Yandı gül, gülşende bülbül, yandı cânım bir su ver." mısraındaki o ihtişamı sağlayan şey, yalnızca aruzun gücü değil, kullanılan seslerin muazzam iç uyumudur.
 
Peki, ikinci yeninin etkisiyle şekillenen şiirler çok kötü de, geleneğe yaslandığını sananların durumu diğerinden daha mı iyi? Değil tabii ki… Ancak, epey zamandır kendini şiirin merkezi ve eliti gören postmodernistler, "geleneğin çevresinde dolaşanları" ciddiye almadıklarından, şiirimizin yaşadığı kuraklığı amatör gelenekçiler üzerinden irdelemek, meselenin özünden uzaklaşmak olur. Bu böyle olmakla birlikte, Türk şiirinin yaşadığı yarım asırlık savrulmayı ve değersizleşmeyi anlayabilmek için Yahya Kemal'in bütüncül bakış açısını hatırlamakta yarar var. O diyor ki: “Bir naaş nasıl yavaş yavaş solar, çürür, lîme lîme olur, bir kemik çerçevesi kalırsa Türk şiirinin de öyle, önce rûhu çekildi, sonra yavaş yavaş lisânı çürüdü, vezni bozuldu, âhengi çetrefilleşti. Nihâyet kuru bir iskelet kaldı.
 
Bu tanımlama genel anlamda gerçeği yansıtmakla birlikte, o kavurucu çölün ortasından nehir gibi akan şairler de çıkmıştır elbette… Sezai Karakoç, Attila İlhan, Erdem Beyazıt bunlardan sadece birkaçı… Annelerinden emdikleri Türkçeyi kirletmeden şiirlerine yansıtan, yaşadıkları dönemin yüzakı olmakla kalmayıp, geleceğe de umut aşılayan bu şairlerin ortak özelliği, gelenekten beslenmiş olmalarıdır. Tabii ki, gelenekten murat, geçmişi tekrar etmek değildir. Necip Fazıl, "üstün sanatkâr, sabit bir şekil ve kalıp bağlılığı içinde, her an, her mısra, her kelimede eski şekil ve kalıbını yenileyebilendir" sözüyle bu gerçeğe işaret etmektedir. Nasıl ki, Süleymaniye'yi birebir taklit ederek Mimar Sinan olmak mümkün değilse, geçmişin şiir kalıplarını, sembollerini birebir kullanarak bugünün büyük şiirini yazmak da mümkün değildir. Ama o mabet, beşyüz sene dayanacak taşların yontulması ve muazzam bir estetik anlayışıyla nasıl inşa edilmişse, geleceğe taşınacak şiirin de ancak öyle bir dil tutkusu ve estetik anlayışıyla inşa edilebileceğini görmek gerekir.
 
Öyle ki, derinliğini saflığından alıp, dil ve estetik anlayışıyla şekillenen mısralar, terennüm edildiği bütün dudaklardan bengisu içmektedir. "Şarabın gazabından kork / Çünkü fena kırmızıdır" (Attila İlhan). "Sizin hiç babanız öldü mü? / Benim bir kere öldü, kör oldum" (Cemal Süreya). "İzmir'in denizi kız, kızı deniz. / Sokakları hem kız, hem deniz kokar" (Cahit Külebi). "Neden büyük ırmaklardan bile heyecanlıydı / Karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak" (İsmet Özel). "Taş taş değil bağrındır taş senin / Nereni, nasıl yaksın söyle bu ateş senin" (Osman Sarı). Her biri saflığın derinliğinde yükselen bu beyitler, yalnızca şairlerinin yıldızını parlatmakla kalmayıp, kalıcı şiirin de istikametini göstermektedirler.
 
Bu gerçeği görmeden, şiiri köklerinden koparıp, yalnızca aynı kompartımandakilerin anlayabildiği bir jargona dönüştürmek, o kişileri bir süreliğine iyi hissettirse de, yazdıklarını toplumun gönül kubbesinde "baki kalacak hoş sedaya" dönüştürmeye yetmez.
Postmodernizm ya da Şiirin İflası
O şair dosta sorduğum, "son on beş yılda yazılıp da aklınızda kalan bir şiir var mı?" şeklindeki sorunun cevapsız kalması bunun açık delili…
Postmodernizm ya da Şiirin İflası
 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir