Tanpınar’a Mektup

MUSTAFA ORAL  Tanpınar’a Mektup

MUSTAFA ORAL 
Tanpınar’a Mektup
 
Sevgili Tanpınar…
 
Bu sana dördüncü mektubum. Senden sonra yeryüzünde ne çok şey değişti… En çok da ağaçlar, taşlar ve insanlar…
 
Marangoz ağacı, mimar taşı, şair insanı onarır
 
İnsan küçük bir şehirdir. Şehir taş ve ağaçtan, insan et ve kemikten oluşur. Şehre şiir, insana şuur hayat verir.
 
İnsan kökü ezelde, meyvesi ebedde bir ağaçtır. Ağaçlar da insanlar gibidir. Doğarlar, büyürler, ölürler.
 
Medeniyetimiz taş ve ağaç medeniyetiydi. Şeyh Edebali’nin koynunda göveren çınar üç kıtaya yayılmıştı. 10 yıl öncesine kadar ağaçlarla aramız iyiydi. O günlerde Gezi Parkında ağaçlar yüzünden olaylar çıktı. Bir türlü orta yol bulunamadı. Olayların sebep ve sonuçlarını tam bilemiyorum ama olan ağaçlara ve gençlere oldu. Ağaçlarla birlikte gençler de toprağa düştü. Bu bile medeniyetimizin temelinin ağaç olduğunu göstermiyor mu…
 
Kalem ağaçtan yapılıyor, yeşili yazıyor. Eskiden kurşun kalem kullanılırdı. Sözün ağırlığı vardı. Şimdi ağaçlar azalıyor. Denizler kirleniyor. Ağaçlar kalem, denizler mürekkep değil. Bir hiç uğruna ağaçlar kesildi, başlar kesildi, denizler kirlendi.
 
İnsan şuurunu ve şiirini kaybetti. Şehirlerde ağaçlar kesiliyor. Solunum ve kalp rahatsızlıkları artıyor.
 
İnsanlar gibi ağaçlar da doğallığını kaybetti. Her şey plastik kokuyor. Plastik çiçekler ve ağaçlar var. Oysa ağaç insan, çiçek çocuk demektir. Çınar derviş, kavak şairdir. Fakat çınardan dağ sükûnetini öğrenen, dergâh havasını teneffüs eden insanlar uzakta kaldı. Şairler Aynalıkavak’ta sürgün hayatı yaşıyor.
 
Şair ruh mimarı, mimar şehir şairidir
 
Şimdilerde şairler reklamcı, mimarlar siyasetçi oldu. Ruhun mimarı şairlerle, şehrin şairi mimarlar her geçen gün kendilerinden ve birbirinden uzaklaşıyor. Keşke mimarlar ruhun inceliklerini fark edip heykelini dikebilselerdi.
 
İstanbul, Bizans ve Osmanlı mimarisiyle inşa edilmişti. Şeyh Yahya Efendi ve Yahya Kemal Osmanlı İstanbul’unun manevi mimarlarıdır. Yahyalar gidince şehrin kimliği kayboldu.
 
Şehirleri insanlar inşa eder. Senin zamanında taş cami, medrese, türbe, konak ve han duvarlarında hayat bulurdu. Ağaç avluyla birlikte mekânın parçasıydı. Yeniler eskiyi anlamıyor. Yeni camiler keyif vermiyor. Camilerin ruhu zayıfladı. Camiler plastik oyuncaklar gibi. Ağaçlar kuruyor, taşlar ölüyor. Hanlar yıkılıyor. Türbeler geceleri kapalı oluyor. Hamamlar artık insanın kirini temizlemeye yetmiyor.
 
İstanbul’da ahşap ev kalmadı. Ahşap konaklar otopark ve villa oldu. Otopark ve villa mafyası mümkün olsa İstanbul’dan Karadeniz’e kadar yakacak, yıkacak.
 
Toplu konutlar yapılıyor. Kitlesellik artıyor. Komşuluk ölüyor. Alt kattaki cenazeden üsttekinin haberi olmuyor.
 
Mimar taşa hayat verir fakat ağaca veremez. Bir çınarın yetişmesi bir asra mâl olur. Kesilen her çınar insan şuurunda açılan bir delik, medeniyet surunda açılan bir gedik, nihayet Süleymaniye kubbesinden düşen bir taş.
 
Ağaçlar ağlıyor. Ormanlar çayır çayır yanıyor. Ağaçlar yıkılıyor, binalar yapılıyor. Belgrat Ormanları şehir efsanesi artık. 
 
Deniz dolduruldu. Yalılar, köşkler, villalar üzerine konduruldu. İnsanlık çekilince deniz de çekildikçe çekildi.
 
Sultan Ahmet Camiinin yerinde eskiden beş saray varmış. Yıkılmış, cami yapılmış. Korkarım bir sabah uyandığımda Yahya Kemal’le bayram namazı kıldığınız o caminin yerinde beş villa/saray göreceğim. Öylesine bir tahrifat var.
 
İçimize dünya kaçtı. Sesimiz kalabalığa karıştı. Kahvehaneler gitti, Cafe’ler geldi.
 
Sokaklarda simitçiler gezmiyor. Simit Sarayları var artık.
 
El sanatları ölüyor. Semerci, bakırcı, kalaycı, attar yok denecek kadar azaldı. Atların yerini arabalar, trenin metrobüs aldı. Atlar Veli Efendi’de para kesiyor. Atlıkarıncalar gitti, oyuncaklar değişti. İstanbul bir rüyadan arta kalan hüzün artık.
 
Şehri surlar, medeniyeti insanlar korur. Sizin döneminizde mahalle bekçileri ve kabadayılar güvenliği sağlardı. Şimdilerde kabadayılar da bozuldu. Etrafı çeteler sardı. Sokak ortasında insanlar birbirini öldürüyor. Polis çaresizce olanları seyrediyor. Çatışmalar, savaşlar canlı yayında veriliyor.
 
İstanbul havası kirli. Güneş artık kirli bir sabaha doğuyor.
 
Hakkını yemeyelim. Gerçek medeniyetimizi ihya etmek için gayret edenler var fakat bunlar yeterli değil. Hatta tarihi dokuya zarar bile verebiliyor. Anlayacağın şehir Allah’a emanet…
 
İstanbul suları
 
Sebiller kurudu. Sarnıçlar boşaldı. Mahalle çeşmeleri kalktı. Damacana su devri başladı. Su parayla satılan bir içecek artık.
 
Sizin dönemimizde ‘Arap Kadının’ suya hasreti vardı. Şifa, Hünkâr Suyu diye sayıklardı. O zamanlar su dağ tadındaydı. Şimdilerde suyun toprağa çekilmesi gibi şiir ve aşk hayattan çekiliyor. Kadınlar su diye inliyor, kâbuslar görüyor. Aşk ve şiir geçer akçe olmaktan çıkıyor.
 
Sular kirleniyor, ağaçlar kuruyor. Eskisi kadar kar ve yağmur yağmıyor. Dünyanın harareti (sıcaklığı) artıyor ama insanlar daha soğuk.
 
Sakalar yok artık. Şadırvanlar suskun. Hafızların sesi eskisi gibi çınlamıyor çinilerde.
 
Yoksulluk
 
Çarşı, pazardan gelince üstümüz başımız dünya kokuyor. Oysa hayat seni teslim alamamıştı. Ama yoksulluk da zordu işte. Sahnenin Dışındakiler’den olmak zordu.
 
Açlıktan, borçlarını ödeyememekten korkuyordun. Ölüm bir anlamda kurtuluş oldu sana. Nihayetinde intihar bize yakışmazdı.
 
Artık çok değiştik. Yoksula yeterince sahip çıkmıyoruz. Bir ara ekonomik kriz çıktı, intiharlar oldu. Yazar kasalar havada uçtu. Maalesef bir iki yıldır aynı şeyler tekrarlamaya başladı. İnsanlar eve ekmek götüremeyince çaresizlikten intihar ediyor.
 
Senin döneminde de kıtlık vardı. Fakat gönüller zengindi. Ekmeği olan olmayanla paylaşırdı. Şimdi daha fazla zenginiz. Ta Brezilyalardan kahve, İspanyalardan şarap, Filipinler’den muz, Amerikalardan avokado getiriliyor. Ne var ki nasıl oluyorsa oluyor, komşumuzun bebeği açlıktan ölüyor. Dostumuz, komşumuz iş bulamadığı için kendini ya asıyor ya da yakıyor. Anlayacağın açlar daha aç, toklar daha açgözlü.
 
Gelir dağılımı bozuluyor. Makas açıldıkça açılıyor. Sizin döneminizde zenginler yoksullara diş kirası adı altında bağışta bulunurdu. Şimdilerde zenginler yoksullara diş geçirmeye çalışıyor. Yoksullar bir lokmaya muhtaç yaşarken zenginler sofralara servet bırakıyor. Mideleri dolarken ruhları boşalıyor. Şiir, müzik, sanat bir tarafa yüreklerden merhamet boşalıyor.
 
Kırk yaşına kadar bir evin yoktu. Şimdi yaşasaydın bu parayla Üsküdar’da ev alamazdın. Gerçi alsan ne yapacaksın. Artık evlerde eşyalar oturuyor. İnsanlar yatmaya geliyor.
 
Bedestenler gitti, AVM’ler geldi. Her şeye çabuk ulaşıyoruz ama maliyeti çok fazla oluyor. İnsan çabuk ulaştığına çabuk alışıyor. Bir zaman sonra doyumsuzlaşıyor, daha fazlasını istiyor.
 
Esnaf gitti, işadamı geldi. Son yıllarda yolsuzluk haberleri o kadar arttı ki iş adamı denilince çoğu insanın aklına yolsuzluk geliyor. Alın teriyle bu servet edinilmez deyip işin içinden çıkılıyor.
 
Sevgili Tanpınar, sen hep yanlış anlaşılmaktan korkardın. Ben de sanırım sana çekmişim. Şimdi konuştuklarımızın bazılarınca yanlış yerlere çekileceği korkusu sardı beni. Herkes aynasının gösterdiğine tabi ve günü nerede geçiyorsa gözü de orada kalıyor, oradan bakıyor hayata. Şimdilerde bize hangi pencereden bakıyorlar acaba?
 
Şimdilik hoşça kal. Belki bu mektubum son mektubum olabilir….
 
 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir