FİLİZ SOYDAŞ
Yazgı |ÖYKÜ|
Elinde eski bir valizle, karlı yolda yürüyordu. Önünde ve ardında yürüyen kimse görünmüyordu; zaten bu havada kim yürürdü ki bu yolda.
Aklına annesinden yadigâr üzeri ufak aynalarla süslenmiş, çeyiz sandığı geldi. Çocukluğunda, rahmetli annesi arada sandığı açıp çeyizini havalandırır ve ona dönüp “benim varım yoğun sensin, bu sandık da çeyizimde senin hanımına kalacak.” derdi. Biliyordu ki başkaca da bırakacak dünyalığı yoktu. Karınlarının doyduğuna şükrederdi ara ara. Babası onları bırakıp gittiğinde daha on üç yaşındaydı. Güya, Almanya’da çalışacak ve daha konforlu bir yaşama kavuşacaklardı. Nice sonra öğrenmişlerdi, babasının Almanya’ya gideceğini söyleyip yola çıkarak, aslında İzmir’de kendisine başka bir düzen kurduğunu. Bu fikir, babasının aklını çelen o kadının aklına gelmişti.
Düşüncelerini soğuktan sızlayan ayakları dağıttı. Islanan çorapları, ayaklarına işleyen soğuğu daha da keskinleştirmişti. Annesinin vasiyeti olmasa, bu denli kırgın olduğu babasını ömrü boyunca görmek ister miydi acaba? Annesinin ölüm döşeğindeki hali geldi gözünün önüne, yürürken. Titreyen elleriyle iki tane zarf uzatmıştı. Konuşmaya mecali yoktu. Zarfın birinin üzerinde “oğlumun babasına” diye yazıyordu. Direkt adını yazmayacak kadar kırgındı oğlunun babasına. Diğer zarfın üzerinde de “tek varlığım Kerem'ime” yazmıştı annesi.
Yaşı yirmi beş olmasına rağmen ellili yaşlarda biri gibi giyinirdi; belki babasına olan özleminden belki hayatın ağır yükünün omuzlarını çökertmesindendi. Çocukken sorduklarında mühendis olmak istediğini söylerdi. O zamanlar babası vardı başlarında. Babası giderken, oğlunun meslek hayalini, yolunun üzerindeki bir çöp konteynırına umarsızca atmıştı sanki. Rengi ağarmış siyah montu onu ısıtmaya yetmiyordu besbelli, bir an titredi.
Annesini kaybettikten sonra evi satıp iki odalı ev kiraladı. Ev annesinden yadigârdı, ama zamanında alamadığı eğitimi için birikmiş paraya ihtiyacı vardı. Zaten annesi de hayattayken böyle istemişti. Yeni evine taşınması pek zor olmadı annesinin aynalı sandığı, iki halı, iki kanepe, perde, çalışma masası ve mutfak gereçlerinden de bazılarını alıp, geri kalan eşyaları komşuları Nermin’e bırakmıştı. Annesinin en yakın arkadaşıydı Nemin; geri kalan eşyalar da ona yadigâr kalmalıydı. Zaten çok az eşyaları vardı, pek de bir şey kalmamıştı geriye. Annesinin vefatının beşinci günü, sabah penceresini açıp şehrin isli havasını içine çekti. Üç sefer derin nefes aldı. Öksürük krizine girince pencereyi kapatıp, çalışma masasına yöneldi. Annesinin kendisine yazdığı mektubu aldı eline, zarfı evirip çevirdi. Onu bırakıp babasına yazılan mektubu aldı bu sefer. İkisini de defalarca okudu.
Annesinin babasına yazdığı mektuptaki aklına kazınıp, içini yakan cümle “Kerem’ime destek olursan sana hakkım helal.” idi. Aslında bunu istemiyordu Kerem. Annesinin vasiyeti olmasa, bu mektubu babasına götürmezdi. Annesi, babasına elden vermesini söylemişti. İç geçirip onu da bıraktı masaya. Kalkıp yatağına uzandı. Tavanı izledi bir süre. Çocukken tavanı izleyerek hayaller kurardı. Mühendis olurdu. İçinde anne ve babalarıyla mutluluk içinde yaşayan çocukların oturacağı evler yapardı. İki katı geçmezdi bu evler. Annesinin temizliğe gittiği koca koca binalara kafasını kaldırıp bakarken başı döner, midesi bulanırdı. Bu yüzden çocukluk hayallerinde yaptığı evler ufak ve şirin olurdu. Hatta çocuklar ellerinde çiçeklerle ona teşekküre gelirdi; evlerini dışarıdan izlerken başları dönüp, mideleri bulanmadığı için.
“Keşke bir kardeşim olsaydı.” diye mırıldanıp iç geçirdi. Bu güne kadar hiç dillendirmediği, gün yüzüne çıkarmayıp içinde bir yerde barındırdığı bir istekti bu. Annesinin vefatından sonra kardeş eksikliğini daha da hisseder olmuştu. Bir kardeşi olsaydı, annesinin acısını onun omzunda yaşar, babasının yanına kardeşiyle gider, hatta vazgeçip geri dönecek olsa kardeşi onu vazgeçmemesi yolunda razı ederdi. Bazen öyle ihtiyaç duyuyordu ki kendisine “kardeş” denen bir dayanağa…
Bir anda irkildi. “Mektup!” diye inledi. “Mektubu unuttum.” Yolun kenarındaki banka ilişti ve valizini açtı endişeyle. Açar açmaz rahat bir nefes aldı; mektup valizdeydi hatta en üstte. Son zamanlarda bir dalgınlık vardı üzerinde; annesinin vefatından sonra peyda olan, kıvrandırıcı baş ağrılarının sebep olabileceğini düşünmüştü birkaç sefer.
Gidince babasına söyleyeceklerine dair bir fikri yoktu. Yıllardır onu görmüyordu, bir evlat yıllardır görmediği için öfke duyduğu, ama bir yandan da çok özlediği babaya ne diyebilirdi.
Çocukken babasının askıdaki ceketine her akşam yatmadan önce hınçla bakardı. Bir gün okuldan geldiğinde odasında göremediği ceketi annesinin eskiciye bir çamaşır sepeti ve birkaç mandal karşılığında verdiğini öğrendi. Elleri ile ağzını kapatıp bağıra bağıra ağlamamak için nasıl zorlu bir mücadele vermişti. Dayanamayıp kapıdan çıktı ve arka bahçeye gidip çömeldi yere. Dizlerinin üzerine kapanıp ağladı. İşte o an anladı ki babasına kızgın olsa da özlüyordu onu.
Yazgısında yollar vardı. Genç yaşta ne uzun yollar kat etmişti. Anne-oğul geçim kaygısından dolayı üç şehir ve beş ilçe değiştirmişti.
Ömrü boyunca daha kaç sefer yolculuk yapacak kadar takati kalmıştı bilinmez; belki beş, belki üç belki de hiç…
Kapı ziline istemsizce yüklendi. Kapıyı yılgın ve annesi gibi sade giyimli bir kadın açtı. Annesi gibi yorgun görünüyordu. Eve ve bu kadının haline bakılırsa, babası ve annesine tercih edilen kadın da rahat yüzü görmemiş gibiydi. Tuhaf bir şekilde içi burkuldu; bunun için kendisine kızıp bakışlarına öfke yükleyerek “ben Kerim, babamı çağırır mısınız?” dedi. Kadın derin bir iç çekti. Kerim’in yüzüne bakamıyordum. “Babanı kaybettik.” Kerim, onu ayakta tutacak gücün, bacaklarından çekiliyor olduğunu hissetti ve duvara elini dayadı. Kadın çekinerek onu içeri davet etti. Kerim kabul etmeyince, “gelirsen kardeşin çok sevinir.” dedi.
Kabristanın girişinde, annesinin babasına yazdığı mektubu bir kez daha okudu. Mektubu katlayıp koyarken zarfa iki damla gözyaşı damladı; o esnada kar yine lapa lapa yağmaya başladı.
Mezarın başına geldi. Soğuk mermerin üzerinde elini gezdirirken gözleri orada yazılı isme takıldı. Yıllardır görmese de, orada yatanın babası olduğunu bilmek yüreğini yaktı. Babası onları terketmemiş de sanki daha dün evden gülerek uğurlayıp, akşama vefat haberini almış, bugün de defnetmiş gibi üzgündü. Onları terkedip gittikten sonra bu ilk bir araya gelişleriydi. Boğazına bir yumru oturdu. “Baba, keşke bizi bırakmasaydın.” dedi. “Ah baba!” diye sızlanıp mezar taşına sarıldı. Ağladı… Ağladı…
Mektubu çıkarıp okudu son kez. Etrafa bakınıp büyükçe bir taş buldu. Mektubu, yağan kardan ıslanmış toprağa koydu, üzerine de taşı…
İzmir de bir hafta kadar kaldı. Kardeşi ile gezdi, sohbet etti, kaynaştı. İki kardeş, bir hafta boyunca her gün babalarının kabrine gitti. Kardeşi ile vedalaşırken ona bir miktar para ile adresinin ve telefonunun yazılı olduğu kâğıdı verdi. Kardeşinin annesine de ufak bir tebessüm etti ayrılırken. Eski valizini eline alıp, yola düştü. Bugün için yazgısına yazılmış olan yolda yürümeye koyuldu.