CANER KUT
Yeniden Çekilen Bir Filmin İlk Kareleri / Neş’e |ÖYKÜ|
Hepimiz askerdik. Büyük bir şenlik alanı düzenlenmişti. Asker aileleri de sevdikleriyle birlikte davetliydi. Büyük oturma yerlerinin, kocaman sahnesinin bulunduğu bir gösteri mekânıydı.
Önce büyük bir daire çizildi gökte, bununla her yer önce ışıklı maviye, ardından her biri başka renkte patlayarak içinden çiçekler fışkıran renk tüplerine dönüştü. Seyircilerin her birinin üzerine çiçekten demetler atıldı.
Sahnede nasıl bir gösteri olacak, denilirken perde gerisinden bir kısmı tamamen öne çıkmış, bir kısmının gölgesi, bir başkasının sesi, bazılarına müziğin eşlik ettiği büyük bir gösteri ekibi belirmeye başladı. (Baştaki çekingenlikleri dikkat çekmedi değil.)
İzlediğimiz muhteşem müzikal bir gösteri ile asıl, birbirinden eğlendirici kuklalardan harika danslar… Biri kaybolmadan diğerinin öne fırlaması… Varlık ve yokluk, iç içe girift, kusursuz bir koreografi.
Işık gösterileri tüm olup bitene rakip olmak istercesine gökte büyük küçük daireler içinde farklı renk kompozisyonları sunmaya devam ediyordu. Bu gösteri kimsenin tahmin etmediği bir şeydi doğrusu. Sahnedeki mükemmel uyum ve ustaca hareketler ağızları açık bırakmıştı. Kuklalar iplerinden boşanmış gibi ama inanılmaz bir disiplinle kim bilir binlerce belki milyonlarca yıldır tekrarlanan bir yükselişle, büyük bir heyecanla, istekle, zevkle, aşkla, bağlılıkla, muhabbetle ve ustalık ve canla ve akılla gösterilerini sunuyorlardı. Hiçbir gözün görmediği kulağın duymadığı rüya gibi bir heyecan fırtınasıydı yaşadığımız.
Gösteri bitince, aslında biten bir şey yoktu ki her dakika bir araydı, herkes öncelikle bu büyük uyumu ve kusursuz gösterinin şaşkınlığını üzerinden atmaya çalışıyordu. Tuhaf gülüşler, birbirlerine bakışmalar, sorular sormalar, alkışlar, ardından durup akıl etmeler; “bu ne sürpriz!” demeler.
Evet “kim bu aklı yerinden fırlatan gösterinin yaratıcısı” demeler… Bir ilk uyanış mahmurluğuyla…
Bu sırada, birisi ortaya çıktı (Biz ona takdimci diyelim), sahnenin önüne doğru gelip, tam ucunda durdu. Bir anda toplanan kalabalığa yukarıdan bazı kâğıtlar atmaya başladı; bunlar bir tür kartvizit gibi şeylerdi. İnsanlar bununla da yetinmeyip daha çok şey öğrenmek istiyorlardı. Herkes başka bir soru sorabilmek, yukarıya sesini duyurmak için adeta zıplıyorlardı. Biraz daha aşağı doğru eğilince, takdimciyi öpmeye çalışanlar mı dersiniz, resim çektiren mi, imza isteyen mi, çocuğu için bir sevgi sözcüğü rica eden mi, gösterilerin ayrıntılarını merak edip kendisinden özel bilgiler isteyenler mi dersiniz… Kuklaları yakından tanımak, hatta dokunmak isteyenler (hatta eline alıp oynatmayı arzu edenler…) Bir sürü insan heyecanla ve uğultuyla karışık seslerle sahnenin önünü bayram yerine dönüştürmüşlerdi.
Takdimci insanlara cevap yetiştirmeye çalışıyordu; kimine özel numarasını, kimilerine web adreslerini, maillerini, arama motorlarından ismini tarayıp da bulabilecekleri anahtar kelimeleri, farklı unvanlarını sayıp diğer takdimcilerin herhangi birinin ismiyle tarayıp bilgi bulabileceklerini anlatıyordu.
Aşırı meraklı bazı izleyiciler, perdenin siyahını hafiften aralayıp, gerideki gerçek yüzleri göstermesi için ısrar ediyorlardı.
İnsanlar çıldırmış gibiydiler. Evet, öyle karışmıştı ki her şey, sanki insanlar içlerinde ne varsa ortaya çıkmıştı, bunun gerçek bir manzara olmasına kimseyi inandırmak mümkün olamazdı. Rüya da değildi, dokunuyordunuz, hissediyordunuz. Nasıl bir duygu patlamasıydı, açıkça görülüyordu ki, yeni bir dünyaya adım atıyorduk.
Ben bile bütün çekingenliğimden sıyrılıp sahnenin en önüne kadar gelebilmiştim… Hayatımda silik biriydim belki (ama iyi bir asker sayıldığımı söylemiştim) bu bölgenin her yerini avucumun içi gibi bilirdim, çünkü çok gezerdim. Yalnızlığın ve itilmişliğin verdiği zaman bolluğu ve mekân seçeneğinin çoğalmasının bunda etkisi inkâr edilemezdi. En son bu gösteriden önce tüm yenilenen mekânlarıyla kışlayı bir teftiş heyetiyle dolaşmıştım.
Aynada görülen bende rütbelerim belli olmuyordu gerçi, sadece kepimdeki yaprak resmi makamımın büyükmüş gibi olduğuna delil olabilirdi. Bu nedenle olmalı ki, hiçbir mekân girişinde bir engellemeyle karşılaşmamıştım. Kozmik bölüm de buna dâhildi. Öte yandan elbiselerimin basitliği ve yarı sivil görünüşleri de buraya ait değilmiş hissini beraberinde taşıyordu.
Bu sıradaki rahatlığım belki bu belirsizliğin içindeki belirli olabilecek bir takım emarelerin uyumsuz bir şekilde de olsa üzerimde görünmesinden olabilirdi. Şüpheli birinden hem çekinir hem saygı duyarsınız. Ben de bu pozisyondaydım galiba. Neyse, bir şekilde ben de sahne önündeki takdimciden bir kartvizit almayı başardım, ancak kısa birkaç söz dışında sohbet edemedim. Yine de müthiş atmosferin saikiyle yıllardır üzerimdeki çekingenlikten biraz olsun kurtulmanın önlenemez enerjisiyle yukarılara kadar fırlamıştım.
Herkes yanındakiyle, sevdiğiyle, tanıdığıyla olanların yorumunu yaparken, ben tek başıma olmanın avantajını kullanarak yeni konumumu kazanabilmenin gayesiyle salonun en güzel görünen yerine çıkmaya karar verdim.
Aradan açılan koridorda kenarlarda bulunan küçük barlardan içecekler, küçük yiyecekler alabiliyordunuz. Mis kokulu meyve suları, tatlılar, çikolatalar, atıştırmalıklar, tadımlık güne özel yemekler davetlileri daha da mest ediyordu. İnsanlar bütün beklentilerinin karşılandığını görmekle yeni durumun heyecanını birbirine öyle karıştırmışlardı ki, herkes hem yabancı hem de birbirlerini hep tanıyorlarmış gibi de bilindik görünüyorlardı.
Bütün bunlar olurken koridorun büyük sahneye açılan ön bölümünün üzerindeki balkon kısmından (loca gibi bir yer) ellerinde kadehlerle, sarhoş oldukları hallerinden belli olan bir grup belirdi. Sesleri ürkütücü ve sinir bozucuydu. Her davranışlarıyla bozguncu oldukları belliydi. İnsanlar birden eski günlerini tekrar hatırlamaya başladılar. Eski korkuları depreşti, bitmesini istemedikleri yeni hayatlarının içine bu karasineklerin dalması her şeyi mahvetmesi için yeterli olabilecekti. Huzursuzluk salgın gibi bir anda ortalığı kapladı.
Aralarından bir tanesi, ilginçtir ki en sıska olanı, “Şimdi sıra bizim gösterimizde” diyerek herkese yerlerine oturmalarını ve gösterilerini hararetle alkışlamalarını emretti. Bütün emir komuta zinciri kırılmak üzereydi. Bir anda ortalığı ölüm sessizliği kapladı. Tık bile duyulmuyordu. Nefesler bile çıkmıyordu. Bir karanlık göğü kaplamıştı. Işıklar sönmüştü. İnsanlar yine mi toprak altı, yine mi zindan hayatı diye iç geçiriyorlardı. Doğmadan önceki hallerini hatırlamışlardı, pek çok karanlık içinden geçerek gelmişlerdi. Sevdiklerine yan gözle bakıp içlerine ağlıyorlardı.
Sıska olanı, siyah gözlüklerini indirdi ve elindeki viski şişesini kaldırdı. Gösteriyi başlatacak işareti vermek için doğrulmuştu ki, ben, evet ben, yalnız ve kimsesi olmayan, bağları bulunmayan, arkasından ağlayanı, önünde bekleyeni, hayalinde çizgileri, rüyalarda görüleni bulunmayan, kazanacağından ümidi olmayan, kaybetmek korkusunu birbirine sıkı sıkı bağlayıp karanlığa fırlatmış olan, yalnızca benim yapabileceğim bir şeyi yaptım ve sıska adamdan sonra ayağa kalkan ikinci kişi olarak denenmemiş ve bu yüzden bozuk bir sesle, hayır dedim, seni dinlemeyeceğim.
Sonra sahnenin içine doğru açılan tünele yöneldim. Titriyordum ama kararlıydım. Önce yine yalnız kaldığımı düşünerek başımı tünelin ucundan soktum, kendimi içine bıraktım. Tünelin içinde kayarken üzerindeki deliklerden yarım yamalak, henüz netleşmemiş, flu halde insan görüntüleri yansıyordu.
Ardımdan büyük bir gürültü dizisi başladı. Tünelin kapakları üçer beşer açılıyor, insanlar bana katılıyorlardı, Sonra sayı hızla artmaya başladı; insanlar hep bir ağızdan “seni dinlemiyorum, seni dinlemeyeceğim” deyip tünelin kapaklarından birini açıyorlardı. Önümden, arkamdan, sağımdan, solumdan sayısız insan bana katılıyordu. İnsanlar üst üste yığılmaya başlamışlardı.
Her yönümden akan insanlar, karanlıktan kurtulmanın ödülü olarak gökten inen kurbanlarını tekrar çıktıkları sahnenin önüne bırakıyorlardı. İç suları zarlarını delip yerlere akıyordu. Tünelin sonunda herkesi bir sevdiği, bekleyeni karşılıyor, o hızla kucaklaşıyorlardı. Ben tünelin sonuna yaklaştıkça yavaşlamak istiyordum. Benim bir bekleyenim yoktu çünkü; önceden bağlandığım bir şeyim hiç olmamıştı. Sevgi ve aşk benim üzerimde olmayan şeylerdi. Bir başıma terk ettiğim ruhumun bir eşi hiç olmamıştı. Yolun sonu benim için tekrar karşılıksız bir son olarak görünüyordu.
Fazla düşünmeye kalmadan bir büyük güçle ellerimden tutulduğumu hissettim, büyük, inanılmaz, tanımlanamaz ve benim için tanınamaz bir sevgiyle ve hasretle… Ruh eşim benim için bütün bu heyecanı yaşamıştı… Tıpkı hiç doğmadan, sahne daha kurulmadan, oyun belli olmadan, gösterinin olacağını dahi bilmediğimiz, zamanın tuşlarına basılmadığı, hareketin verilmediği, yemin için toplandığımızdaki gibi… Bir 'deja vu' idi yaşadığımız. Ya da şöyle diyelim, aynı sahnenin mükemmeli yakalamış tekrarı… Bu kez sonunda dağılmak yoktu, yargı salonunda bekleniyorduk. Büyük bir havuzda yıkandık.
Dijital bir platformda resimlerim akıyordu. Paramparçaydı ve elimde büyükçe bir bıçak vardı. Kurtulabileceğimi söylüyordum, sakın bunu deneme diye bir uyarıyla kendime geldim. Ellerim bağlı bir halde değildim artık. Parçaları birleştirmek, görüntüyü netleştirmek için yeni bir akış gerekliydi. Doğrusu, gerekliliğin kalkması gerekiyordu.
Bu artık bir kayıt değildi. Korkunun eski hayatımızda kaldığını görüyordum. Eskiden elimizde kalan tek şey, bizleri çıplak bırakan sınırsız bir endişeydi…
“Belki her şeyin gayat-ı vücudu ve netaic-i hayatı üç kısımdır:
Birincisi ve en ulvîsi, Sâni'ine bakar ki; o şeye taktığı hârika-i san'at murassaatını, Şahid-i Ezelî'nin nazarına resm-i geçit tarzında arz etmektir ki, o nazara bir ân-ı seyyale yaşamak kâfi gelir.”
Bir anda patlayan ışıklar, dönüşen gölgeler, ateş, renk ve ses… Elektrik ve mükemmel uyum… Her şey bir gösteriden ibaretti.
“Belki vücuda gelmeden, bil kuvve niyet hükmünde olan istidadı yine kâfidir. İşte seri-üz zeval latif masnuat ve vücuda gelmeyen, yani sünbül vermeyen birer hârika-i san'at olan çekirdekler, tohumlar şu gayeyi bitamamiha verir. Faidesizlik ve abesiyet onlara gelmez. Demek her şey hayatıyla, vücuduyla Sâni'inin mu'cizat-ı kudretini ve âsâr-ı san'atını teşhir edip, Sultan-ı Zülcelal'in nazarına arz etmek birinci gayesidir.”
Kuklaların içi boş değildi. Birer çekirdekte saklıydı ve asıl gösteri perde arkasındaydı. Kaçırdığımız neydi peki? Olanlar yeteri kadar çabuk ve karmaşıktı. Takip edemememiz bizim sorunumuz muydu? Değildi elbet… Her şey birbirine yapışmış, macun gibi bir haldeyken, bir ışıkla ayrılma başlamıştı… Açıldıkça kapanan, kapandıkça içinde tekrar açılan bir sürecin sonunu tahmin edememiştim… Takip ettiğimiz tahminlerimizdi. Ancak hayat tahminlerin çok üzerindeydi…
“İkinci kısım gaye-i vücud ve netice-i hayat, zîşuura bakar. Yani her şey, Sâni'-i Zülcelal'in birer mektub-u hakaiknüma, birer kaside-i letafetnüma, birer kelime-i hikmet-eda hükmündedir ki; melaike ve cin ve hayvanın ve insanın enzarına arzeder, mütalaaya davet eder. Demek ona bakan her zîşuura, ibretnüma bir mütalaagâhtır.”
Hayret bizim için gösterinin her anında kaçırdığımız yerleri tamamlıyordu. Atıldığımız hayatlar, ibret olarak geri dönüyordu. Gözlüklerimiz vardı, ihtiyaçlarımız vardı, kıyaslamalarımız, kararsızlıklarımız… Kâğıtlar havada uçuşuyordu, meraklarımız vardı, yakalıyorduk… Heyecanlarımız, hırslarımız vardı; kâğıtları elimizden uçuruyorlardı… Seyir zevki kişiliğimize katılıyordu; kimine bal, kimine zehir akıtıyordu.
“Üçüncü kısım gaye-i vücud ve netice-i hayat, o şeyin nefsine bakar ki; telezzüz ve tenezzüh ve beka ve rahatla yaşamak gibi cüz'î neticelerdir. Meselâ: Azîm bir sefine-i sultaniyede bir hizmetkârın dümencilik ettiğinin gayesi; sefine itibariyle yüzde birisi kendisine, ücret-i cüz'iyesine ait, doksan dokuzu sultana ait olduğu gibi; her şeyin nefsine ve dünyaya ait gayesi bir ise, Sâni'ine ait doksan dokuzdur.”
Cesaret denilen şey, kurtuluşun anahtarıydı; kurtuluş ise deliklere atılmaktan ibaretti. Bunun sonucunda vücutlar giyinebiliyorduk. Farkımız, hiçliğe karşı ayağa kalkabilmek… Varlık bizim başlı başına ödülümüzdü, sevgi ise ihtiyacımızdı. O kadar yalnızdık ki… Son çıplaklık da bunu gösteriyordu. Karanlıktan korkuyorduk, sonunda da aydınlık endişesi ile baş başa kalıyorduk.
“İşte bu taaddüd-ü gayattandır ki; birbirine zıd ve münafî görünen hikmet ve iktisad, cûd u seha ve bilhâssa nihayetsiz seha ile sırr-ı tevfiki şudur ki: Birer gaye nokta-i nazarında cûd u seha hükmeder, ism-i Cevvad tecelli eder. Meyveler, hubublar o tek gaye nokta-i nazarında bi gayr-ı hisabdır. Nihayetsiz cûdu gösteriyor. Fakat umum gayeler nokta-i nazarında; hikmet hükmeder, ism-i Hakîm tecelli eder. Bir ağacın ne kadar meyveleri var, belki her meyvenin o kadar gayeleri vardır ki; beyan ettiğimiz üç kısma tefrik edilir.”
Her şey nihayette atılmakla kendine geliyordu. Yerini bulamamış şey atılıyordu. Zıtlarla kavuşunca yer açılabiliyordu. Her şeyin bir yeri vardı. Ve her bir yerde o şeyin adı yazılıydı. Bir küçücük iğne deliği kadar yerden geçecekti, karanlık oda, nihayet bir nur ve ışık kazanacaktı. Sonsuz ve sınırsız bir haz… Temas etmek kaldırılmıştı, çünkü elde edilmişti. Her biri için bu böyleydi.
“Şu umum gayeler, nihayetsiz bir hikmeti ve iktisadı gösteriyor. Zıd gibi görünen nihayetsiz hikmet, nihayetsiz cûd ile seha ile içtima ediyor.”
Sonuçta, biz neydik, olanlar neydi, nereden gelip, nerede bitiyordu. Niye bu kadardık, bu hesap neydi?
“Meselâ: Asker ordusunun bir gayesi, temin-i asayiştir. Bu gayeye göre ne kadar asker istersen var ve hem pek fazladır.”
Bu cehd, gayret, istek, arzu ve haz nedir? Bu cihad neyledir? Sınır nerden başlar, nerede biter? Hangi sınırdır görev yerimiz…
“Fakat hıfz-ı hudud ve mücahede-i a'da gibi sair vazifeler için, bu mevcud ancak kâfi gelir. Kemal-i hikmetle müvazenededir. İşte hükûmetin hikmeti, haşmet ile içtima ediyor. O hâlde, o askerlikte fazlalık yoktur denilebilir.”
Ka’lu belâ…