AZİZ SAVAŞ
Yusuf Ve İtfaiye Arabası
– Xâlo! Hışş, Xâlo! Itfa! Itfa! Hârik! Itfa!
"Xâlo"yu anlıyordum, Kürtçe "dayı" demekti. "Hârik" ise, Arapça "yangın", onu da biliyordum. Ama, "ıtfa"nın ne anlama geldiğini bilmiyordum. Önüme beyaz bir kâğıt ve bir de kalem koymuştu. Bir bana, bir kâğıda bakıp parmağıyla kâğıdı göstererek, "Itfa! Itfa!" diyordu. Annesine baktım, ne diyor. Meğer itfaiye arabası çizmemi istiyordu. Adı Yusuf'tu. Beş yaşındaydı. Şiler adında, üç yaşında bir kızkardeşi vardı. Kürtçede, 'Kardelen' demekmiş Şiler. İki yıldır Türkiye'de yaşıyorlardı. Suriye'den gelmişlerdi; Kamışlı'dan. Babaları bir kaç ay önce kaçak yoldan Almanya'ya gitmiş, mülteci kampında kalıyormuş. Yusuf, annesi ve kızkardeşi Şiler, burada kalmışlardı. Babaları kendilerini yanına alacakmış, onun umuduyla bekliyorlardı.
Resim çizmesini pek beceremem ama itfaiye arabasına benzer bir şeyler çiziktirdim. Bu onu tatmin etmedi. Her defasında parmağını bir yere koyuyor, bazen Kürtçe, bazen Arapça, bazen de Türkçe bir şeyler söylüyordu. İtfaiye arabasının bütün detaylarını biliyordu. Merdiven, hortum, ışık, siren lambası… Bütün detaylarını bana çizdirmişti. Çizimi tamamladığımızda ise, "ıtfa! ıtfa!" diyerek sağa, sola koşuşturup bağırıyordu. Yangın söndürme oyununu oynuyordu:
– Itfa! Itfa! Itfa…
Öğrenmiştim, "söndür!" demekti, "ıtfa".
Annesine baktım, biraz hüzün ve mahcup bir edayla gülümsüyordu.
– Yusuf, şey biraz… Suriye'de doktora götürdük de, otistik dediler. Ama Yusuf, tam öyle değil, biraz öyle…
Bana da öyle geliyordu. Yusuf, insanlarla iletişim kuruyor, çocuklarla oyun oynuyor, sorulana cevap veriyor ya da sizinle göz göze gelebiliyordu.
Yusuf'la tanışmamız ise şöyle olmuştu. Bir gün annesi ile eczaneye gelmişlerdi. Yusuf'un kardeşi Şiler annesinin kucağında sürekli ağlıyordu. Beraberlerinde iki kadın vardı. Bana bir doktor reçetesini uzattılar. Bir adet korse yazılıydı. Bir ay öncesinden yazılmış bir reçeteydi; alamamışlardı. Şiler sürekli ağlıyordu. Neyi var, dedimse de kadınlar tam olarak izah edemediler. Annesine Kürtçe sorup bana tercüme ediyorlardı. Kürek kemiğinin eğik olduğunu söylüyordu, anlıyordum. Nereli olduklarını sordum, Suriyeli dediler. Biraz Kürtçe, biraz Arapça konuşmaya çalışınca bir yakınını görmüş gibi gözleri parladı.
– Çocuğu yarın getir, bir kez daha doktora gösterelim, dedim.
Ertesi gün eşimi de aldım, birlikte doktora gittik. Doktor, Şiler'i görünce tanıdı.
– Kürek kemiğinde kırık vardı sanırım, nasıl oldu?
– Onlar kırık olduğunu anlamamışlar, eğik olduğunu biliyorlar…
– Yazdığınız korseyi de alamamışlar dedim.
– Yeniden bir film çekelim, ne durumda olduğuna bakalım, dedi.
Film çekildi, doktor kırık kaynamış sorun yok dedi. Korseye de gerek kalmamıştı.
Evet! Yusuf'un ailesi ile tanışmamız böyle oldu. Eşim evlerine gidip gelmeye başladı, dost olmuşlardı.
Bir gün, Yusuf'u bir psikiyatriste gösterelim, bence bu çocuk otistik değil, sadece eğitime ihtiyacı var. Doktor raporunu alırsak şayet, bir okula kaydını yapabiliriz, dedi. İyi ki götürdük. Gerçekten de otistik değilmiş. Yaşıtlarına göre, biraz zekâ geriliği var, dedi. Ama eğitim ile kendi başına hayata tutunabilir, bir meslek sahibi olabilir, dedi doktor. Hepimiz sevinmiştik; özellikle de annesi. Mutluluğu gözlerinden ışıldayıp dışarı taşıyordu sanki. Doktorun ne dediği ile ilgili sürekli sorular soruyordu bize. Dışarı çıktık, dükkânların önünden geçerek yürüyorduk. Yusuf, bir vitrinin önünde durdu, ayrılmıyordu. Annesi elinden tutup çekmeye çalışıyordu, Yusuf direniyordu. Diğer eliyle vitrini işaret ediyor, "ıtfa! ıtfa!" diyordu; vitrinde oyuncak bir itfaiye arabası görmüştü. Yusuf'a itfaiye arabasını aldık, sevinçten uçuyordu. Elinden tutmasak, "ıtfa! Itfa!" diyerek gözden yitip gidecekti.
Başka bir gün annesi ile eczaneye gelmişti. Koşarak yanıma geldi. Elinde bir resim defteri vardı. Masaya koydu, hızla sayfalarını çeviriyordu. Kimi yakalamışsa, bir itfaiye arabası çizdirmişti, onları bana gösteriyordu. Bir defasında da, eşim, Yusuf'un dişlerinde problemleri olduğunu, onu bir diş hekimine götürmek istediğini söylemişti. Diş hekimi bir dostumu aradım ve randevu aldım. Fakat bizleri tedirgin eden, Yusuf'u o sandalyeye nasıl oturtacağımız olmuştu. Hele o aletlerin Yusuf'un ağzında çıkaracağı sesleri düşündüğümüzde tedirginliğimiz bir kat daha artıyordu.
– Hele bir götürelim, Allah Kerim'dir, dedi eşim.
Döndüklerinde, ne yaptınız, dedim.
– Sorma, Allah'ın yardımı oldu. Orada aklıma itfaiye arabası geldi ve hekime, Yusuf'un durumunu anlattım. Yusuf'a, eğer uslu durur ve dediklerimi yaparsan sana bir itfaiye arabası alacağım, demesini söyledim. Formülümüz tuttu. Yusuf olgun bir insan gibi, hiç sesini çıkarmadan o sandalyeye oturdu ve hekimin her dediğini yaptı, dedi.
Dişlerinin tedavisi devam ettiği için, henüz itfaiye arabası alınmamıştı Yusuf'a ama, Yusuf bunu unutmadı, sürekli hatırlatır durur.
Yusuf'un itfaiye arabası sevdası böyleydi. Bu sevda, bu aşk nereden gelmişti, nasıl oluşmuştu, doğrusu merak konusuydu. Yaşadıkları serüvenle, Suriye'deki hayatıyla bir ilgisi var mıydı, bilmiyorum? Yusuf'un zihin dünyasındaki objelerden biri de polis arabası ve siren sesi idi. Ne zaman bir polis arabası görse, Yusuf yerinden fırlar, parmağı ile işaret ederek, "poliiss!", diye heyecanlanırdı. Birçok kez bu haline şahit olmuştum. Bir gün annesine, başlarından bir yangın vakası ya da bir polis baskını geçip geçmediğini sordum.
– Hayır, dedi, bizzat yaşamadık. Ama savaş başladığında, sürekli çatışmalar, bomba sesleri duyuyorduk. Ambulanslar, itfaiye araçları, polis arabaları gidip geliyordu. Sürekli siren sesleri duyuyorduk.
Yusuf otistik değildi belki ama normal bir çocuk da değildi. Sanki farklı bir dünya ile haberleşiyormuş gibi bir hali vardı. Buna üçüncü bir göz ya da üçüncü bir duyuş da diyebiliriz. Hani kedilerde olur ya, yanınızda mırıl mırıl uyur ya da sizinle oynaşır iken, birden kulakları dikleşmeye, sağa sola dönmeye başlar. Sizin duymadığınız bir sesi duymuştur, öyle bir şey. Yusuf sevdiği kişiyi ise asla paylaşmaz, kıskanırdı. Sadece kendisine ilgi duymasını isterdi. Bunlardan biri de kızımdı. Onu insanlardan koparır, ayrı bir köşeye çekilirdi. Yanlarına başka bir çocuğun yanaşmasına izin vermezdi. Her gidişinde defalarca ona itfaiye arabası çizdirirdi, hem de bütün ayrıntılarıyla. Kızım çok güzel çizerdi ve Yusuf da bundan hoşlanırdı.
Yusuf'un hislerinin hassas olduğunu söylemiştim; konuşulanlardan, davranışlardan oradakilerin artık gitmek istediklerini anlardı ve anında psikolojisi ve yüz ifadesi değişirdi. Hemen oradan uzaklaşır, ya bir masanın altına ya da bir sandalyenin arkasına gizlenir, küserdi. Kızım, her geldiğinde bunu bana söyler ve üzülürdü.
– Yusuf! Haydi, Allahaısmarladık, ben gidiyorum dediğimde ise, bir eliyle yüzünü örter, diğer eliyle bana, gelme, git, derdi. Kapıdan çıktığımızda ise, kapıyı hafif aralar, tek gözü ile arkamızdan bakardı. Kendisine baktığımızda ise, kapıyı örterdi. Bizden sonra da ağlıyormuş.
Kızım bunları söylerken gözleri dolar ve üzülürdü.
Yusuf'un hikâyesi, modern dünyanın gözü önünde yok edilen bir halkın, yok edilen çocukların yaşadığı trajedinin hikâyesidir aslında. Yusuf, vicdansız bir savaşın kurbanlarından sadece biridir, belki de en şanslılarından. Nice Yusuf'lar ya varil bombalarının cehenneminde kavruldu ya molozların altında can verdi ya yollarda açlık ve hastalıktan ya da denizlerin tuzlu ve karanlık sularında boğularak yitip gittiler. Kimileri de onlar kadar bile şanslı olamadılar. Onlar bir kere öldüler ama bugün, nice Yusuf'lar, kimi kolu, bacağı kopmuş, kimi felç halde yatağa bağlı, kimi de yollarda soğuk ve açlıktan bir deri bir kemik kalmış halde her gün ölüp ölüp dirilmekteler.
Anladım ki, Yusuf'un itfaiye arabası sevdası anlamlı bir sevda idi. Yusuf, çocuk vicdanının çığlığıyla "ıtfa!" "Itfa!" diyerek yanan insanlığı söndürmeye davet ediyordu her gördüğünü. Oysa Yusuf'un çığlığı sokaklardan yükselip beton binalara çarparak yittiği gibi taşlaşmış insanlığın vicdanına çarparak ufukta yitip gidiyordu.
Yusuf da anlamıştı ki; diriler söndürebilir, ölüler söndüremez…
Ama yine de o bir diri arıyordu…
30.Ocak.2016