MEHMET BAŞ
Yüz Yıl Sonrasına Mektup
Ey şimdi bu mektubu okuyan kardeşlerim. Ben şu an aranızda değilim. Ben çoktan öldüm. Hatta kemiklerimin bile tozu kalmadı. Sadece benim mi benimle birlikte yaşadığım devir ve devrin insanlarının da bir izi kalmadı. Zaman bir satranç kutusu gibi kapandı ve oyun bittikten sonra şahları da piyonları da aynı kutuya doldurdu. Ölümün şaşmaz ve şaşırmaz adaleti herkes için tecelli etti. Zengin, fakir, güçlü, zayıf, güzel çirkin demeden herkesi tek bir kalemde eşitledi.
Şimdi beni ve benim çağımı eski filmlerden eski resimlerden seyrediyorsunuz. Kullandığımız eşyalar sizin için çoktan birer antika haline geldiler. Bir zamanlar biz geçmişi müzelerden seyrederken şimdi başkaları bizi müzelerde ziyaret etmekte. Kitap sayfaları arasında unutulan kurumuş bir gül gibi saçılmışız toprağın bağrına. Belki de bir mezarımız bile yok artık.
Ölümümüzün ilk yıllarında ardımızdan ağlayan kişiler dahi çoktan öldüler. Dünyada bizi tanıyan kimse kalmadı artık. Sanki hiç gelmemişiz gibi sanki hiç var olmamışız gibi duruyor şehirlerin umursamaz akışı. Evet, biz olmadan da güneş doğuyor biz olmadan da nehirler akmaya devam ediyor. Can aynası kırılıp dağıldığında solan bizim ömür güneşimizmiş. Ve bu hikâyenin içinde artık gidenler bir daha geriye hiç dönmezlermiş. Her seher yüzünü sabah rüzgârlarına döndüren sevgililerin masmavi gözleri çoktan akmış toprağın bağrına. Ve çoktan yıkılmış her akşam ümit kuşlarını uçurduğumuz evlerimiz.
Ey gelecek çağlarda yaşayan sevgili kardeşlerim, ben de sizin gibi bir zamanlar yeryüzüne sığmıyor bastığım toprağı titreterek geçiyordum. Ben de hiç ölmeyeceğimi düşünüyor sanki dünyaya ebedi olarak gelmişim gibi gülüyor eğleniyor ve gün gelince bu tiyatro sahnesinin kapanacağını hiç düşünmüyordum. İçimi dolduran bir hırsla her şeye dört elle sarılıyordum. Kalbimdeki kin öfke ve kıskançlık ile kendi kendimi zehirlerken uykularımı harap ediyordum.
Aslında, o yıllarda dünya benim için çölde görülen bir seraptan farksızdı. Fakat kalbim bu masala çoktan inanmış hayatın efsunlarına kanmıştı. Ruhum buraya ait olmadığını bilse bile gönlüm bu dünyanın rengine çoktan aldanmıştı. Günler haftalar birbirini kovalıyor zaman bir film şeridi gibi hızla akıyordu. Takvimlerin düşen yaprakları gibi ömür ağacımın dalları da kuruyan yaprakları andırırcasına yerlere düşüyor geriye nice hayal kırıklıkları ve yaşanmamış hayaller kalıyordu.
Fakat bir gün ölüm ansızın kapımı çaldığında dur bir dakika ben daha henüz hazır değilim bile diyemedim. Öyle hızlı geldi ve öyle hızlı gitti ki hala farkında değilim. Can kuşum beden kafesinden uçarken geride solmuş bir yüz, kırışmış bir el ve yaşlı bir göz kalmıştı. Masa üstünde sararan bir çiçek ve yarısı içilmiş bir su bardağı duruyordu. Kırılmış bir ayna gibi saçıldım sağa sola. Ve birden bütün ışıkları söndü şehrin. Bir ben kalmıştım musallanın üstünde. Kendi sela’mı dinledim ve kendi cenazemde kendi kendime ağladım. Ve o gün herkes gibi benim de bir varmış bir yok muş’la başlayan ömür masalım bitti.
Ey şimdi bu mektubu okuyan kardeşlerim, çoktan toprak olmuş bedenlerimizin kalbinde açan bahar çiçeklerinin kokuları kapınıza geldiğinde kapılarınızı açın ve gelen selamımızı alın. Toprak diyerek umursamadan geçtiğiniz yerlerde belki kırılmış bir kalp vardır. Ve orada sessizce ağlıyordur. Durun susun ve ne olur bir kez dinleyin.