MEHMET ALİ BAL
Zahir İsm-i Şerifi
“El-Zahir İsm-i Şerifi" öz olarak mukaddes ve münezzeh varlığı açık, aşikâr olan, kesin delillerle bilinen demektir.
Sözlüklerde Zahera/ Yazheru/ Zuhuran” fiili “Bir şey gizliyken açığa çıkartmak” manasındadır. Aynı kalıpta “Zahran, Zuhuran aleyhi” mastarıyla ise “Galip olmak, kahretmek, üzerine çıkmak” demektir. “Alel emri” gelirse “Bir işe vakıf olmak”; “Aleyhi” ile “Üstüne yükselmek, yardım etmek” demektir.
Yine “Zahran hu” mastar ve ekiyle “Birinin arkasına vurmak” anlamına gelir. “Bişşey’i” gelirse “Bir şeyle övünmek” anlamındadır. “Ezhara/ ezhaaran eşşey’e” “Bir şeyi aşikâr, ayan kılmak, ortaya çıkarmak, ilan etmek, izhar etmek” anlamlarındadır.
Güneşin en parlak ve tepede olduğu vakte de “Zuhr” yani “Öğle” vakti denilir, nitekim bu fiile “El Kavmu” özne olduğunda “Öğle vaktine girdi” manası verilmiştir.
Ezhara fulanun ala aduvvihi” Düşmana karşı yardım etmek, kadrini yükseltmek” anlamına gelmektedir. “Zaahera müzaahereten” ise “Yardım etmek, iki şeyi birbirine geçirmek” demektir. “Tezaahera tezahuran el kavmu” yine “ Yardımlaşmak” “bil emri” gelirse “Açığa çıkarmak, izhar etmek”, “El kavmu bu kelime ardına gelirse de “Tezahürat, nümayiş yapmak, açığa çıkarmak” anlamlarına gelmektedir.
Başka şaz anlamlarının yanında aynı kelimenin “İstezhara istizharan bihi” şekli “Birinden yardım istemek”, “Aleyhi” ile “Galip gelmek”, “El kasiidete” gelirse “Ezber etmek, ezberden okumak” manasındadır ki, sonuncusunda da gizli bir şeyi açığa çıkarma manası vardır. “Eşşey’e” takip ederse “Himaye, koruma için sırtının arkasına bırakmak”, “Lişşey’i” gelirse “hazır ve ihtiyatlı olmak” demektir.
“Ez-Zaahiru” kelimesi “Aşikare, açık, vazıh, dış, batının zıttı” anlamlarında olup, Allah’ın (cc) isimlerindendir. Mezhebüzzaahiriyye” felsefede “Olaycılık”, “Zahireten tabbiyyeten” “Fenomen, olağanüstü şey” demektir. “Ezzahru, zuhurun, ezhur, zuhran” “ Arka, sırt, yük taşıyan hayvan, kara yolu, yüksek ve sert kaya parçası, haber, hadis, Kuran-ı Kerim lafzı, eski çömlek” anlamlarına gelmektedir.
Farklı kelimelerle kullanıldığında “ezberden okudu, askerde artçı, cesaret” gibi anlamlara da gelmektedir. “Ezzuhru” “Güneşin zeval vakti, öğle”; “Ezzıhretu, ezzuhretu” “Aşiret, yardımcı, medet eden”, “Ezzahriyyu (çoğulu) Zahaariyyu” Unutulan, ihmal edilen ihtiyaca hazır deve”; “Müzaheretu” Nümayiş, teknik mesleki anlamda şiddet içeren nümayiş, “El mazharu” “Zuhur etme yeri”; “Ezzahiru” “Sırtından şikâyet eden”; “El muzahheru” “Sırtı kuvvetli” anlamlarına gelmektedir.
İslam’ın adeta kültürlerinin, dillerinin bir parçası olduğu görülen Türkçe ve Farsça kullanımlarına ilişkin bir Osmanlıca Sözlükte ise zahir / zahîr / zâhir / ظاهر / ظَاهِرْ / ظَه۪يرْ gibi farklı tasarruflarla bu kelimenin 100’den fazla tamlama veya terim ya da deyişte kullanıldığını görmekteyiz (http://www.luggat.com). Bu da bu kelimenin İslam kültürünün içinde ne denli merkezi bir yer kapladığını göstermektedir.
Sözlük anlamlarını da etüt ettikten sonra “Zahir İsm-i Şerifinin” geniş manası üzerinde durmaya çalışalım. Kendi Zatını (cc) tavsif etmesi açısından “Her şeyin üstünde zahir olan ve onların üstüne çıkan; varlığı apaçık görünen, açık aşikâr olan” manasını “Her yerde ve her şeyde eserleri ve sanatlarıyla, tasarrufu ve gücüyle, azamet ve Kibriya’sıyla tecelli eden” bu tasarrufları ve şuunatıyla da “Apaçık görünüp bilinen” manaları Zahir İsm-i Şerifinde meknuzdur.
Hiç kuşkusuz mutlak manada “O Zâhirdir” (Hüve'z-zâhir), başka bir deyişle “Zahir olan ancak O’dur” (cc). O (cc) Zahir İsminin tecellisiyle “Âlem-i Emir” gibi bilemediğimiz âlemlerde gizli olan varlıkların dış yüzlerini çeşitli cihaz ve ürünlerle donatıp, varlık elbiselerini tezyin ederek mükemmel ve güzel yaratan” ve “Yarattığı her şeyde de varlık ve birliğinin işaretlerini, tevhit mühürlerini vurarak açıkça kendisini gösteren Allah'tır (cc)”. Varlığın hangi yüzüne bakarsak bakalım, daim Allah (cc) görünür. Vakıa Allah’a (cc) bakan yüzleri hariç varlık fena bulucudur. “Küllü şey’in halikun illa vechehu” hakikati eşyada nümayandır. “Allah ile beraber başka bir ilâha ibadet etme. O’ndan başka hiç bir ilâh yoktur! O’nun zatından başka her şey yokluğa mahkûmdur. (Geçerli) hüküm ancak O’nundur ve (öldükten sonra) hep O’na döndürüleceksiniz” (Kasas/88).
Zahir İsm-i Şerifinin şiddetli tecelli ve tezahürlerinden dolayı tarih boyunca olduğu gibi İslam Dünyasında da Tevhit İnancı açısından aşırı düşünce daha da ilerisinde de sapkınlıkların oluştuğu düşünce biçimleri olmuştur. Bundan dolayıdır ki, İslam Dünyasının büyük dimağları İslam’ın itidal çizgisine, tevhit inancına giden yolları inşa etmeye çalışmışlardır. Hem tarihte çeşitli kavimlerde ve kültürlerde hem de İslam Dünyasında Zahir ve Batın, madde ve mana, varlık ve yokluk, bütün bunlarla da Allah’ın (cc) tasarruf ve hükümleri arasında bağlantı kurma noktasında “Gel git” yaşanmıştır. Mesela bazı kültürlerde Zahir İsm-i Şerifinin tecellisi olan dış âlem yok sayılmıştır. Sadece “Mistik bir ruhçuluk” hüküm sürmüştür. Bazılarında da maddi dünya ve kudretler inançları putçu bir inanca sevk etmiştir. Mesela kişiler putlaştırılmış, krallar ilahlaştırılmıştır. Bazılarında da haşa Allah’ın (cc) varlık âleminde mündemiç olduğu inancına sapılmıştır. Elbette ki bütün bu görüşler, inançlar, tasavvurlar Tevhit inancına akıl ile müstakim bir şekilde gitmemenin sonuçları olarak görülebilir.
Ehl-i Sünnet çizgisi bir kere varlık âlemini Zahir İsminin tecellisiyle yaratılan, Allah’ın (cc) diğer tüm isimlerinin tecellilerinin de görüldüğü bir sabite olarak kabul etmişlerdir. “Eşyanın hakikati sabittir” hükmü bunu ifade etmektedir. Ancak bu eşyanın ve maddenin Tevhit inancını kuşatmasına, Allah’ın (cc) tavsifine zarar vermesine karşı da çok müteyakkız olmuşlardır. Zira Kuran’ın muhteşem hükmüyle "O Evvel'dir, Ahir'dir, Zahir’dir, Bâtın'dır" (Hadid/3).
Tevhidin akıllarda karşılaştığı “Zahir ve Batın meselesini” en iyi çözen prensip Farsça ifadesiyle “Heme ez ost” şeklindedir. Özellikle gerek maddi medeniyetin kuvvetli zuhuruyla akılların katılaşması neticesi “Heme ost”, yani “Her şey O’dur” denilerek bir tür Panteizme kadar gidilmesi karşısında Ehl-i Sünnetin tashihi bu şekilde olmuştur: “Heme ez ost” yani “Her şey O’ndandır”. Gördüğümüz her şeyde O (cc) zahirdir, “O (cc) Zahir’dir”. Ancak gördüğümüz hiçbir şey O (cc) değildir. Allah “Ötelerin de ötesinde tecelli eder…”
Bu sahada diyebiliriz ki, hususi bir müzakere, müşavere ve tebliğ sayfası açan İmam Rabbani’dir. Yukarıdaki muhakeme ve fikirler de o büyük İmama aittir. Onun bu konudaki daha bütün ifadesine yer verelim: Vücub (Allah’ın (cc) varlığının zorunlu oluşu) ve vücud (Allah’ın varlığı), her ne kadar Sübhan Hakk’ın kemalinden iki sıfat ise de (Eskiler bu iki kelimeyi birleştirerek Hazreti Vacib-il Vücud derlerdi); O Yüce Zat, bütün isimlerin, sıfatların ötesindedir. Şuunların ve itibarların ötesindedir. Zahirlerin ve batınların ötesindedir. Açıkların ve saklı olanların ötesindedir. Tecellilerin ve zuhur edenlerin ötesindedir. Müşahedelerin ve mükaşefelerin ötesindedir. Akla gelenlerin ve hissedilenlerin ötesindedir. Vehme gelenlerin ve hayal edilenlerin ötesindedir. Ve o Sübhan Zat, ötelerin de ötesinde… Sonra ötelerin de ötesinde… Sonra ötelerin de ötesindedir (İmam Rabbani; 314. Mektup).
Allah (cc) her şeyden münezzehtir: Keşiflerle, müşahede ile anlaşılan her ne varsa, Cenab-ı Hakk, onlardan münezzehtir, o değildir. “Görünen, işitilen ve bilinen hiçbir şey, O (cc) değildir. Hz. Muhammed (s.a.v.) olmaksızın Allah (cc) bilinemez. Felsefeciler, O’na (s.a.v.) uyup, onu gözlerine sürme gibi çekmediklerinden, gözlerini ona tabi olma sürmesiyle parlatmadıklarından, “Emir Âlemi” gerçekliğini göremediler. Onların dar görüşleri, ancak “Yaratılış Âlemine” yetişebilir. Onu bile tam olarak göremiyorlar… Hiç şüphesiz Rabbimi, Rabbimle bildiğim gibi, eşyaları da yine Rabbimle bildim…
Buradaki farklılık, görüşlerin değişik oluşundandır. Hatta orada delillere ve işaretlere gerek yoktur. Çünkü Cenab-ı Hakk’ın ortaya çıkışında da -zuhur- hiçbir şüphe yoktur. O, açık ve berrak olanların en yücesidir. Cenab-ı Hakk, ancak kalbinde hastalık, gözünde perde olanlar için gizlidir… Varlık yoktur, bir kuruntudur ve vehimdir diyenlere karşı “Yüce Allah’ın (cc) dışında kalan âlem (Masiva) de böyledir. Varlığı, gölge bir varlık olarak ve tabii bir oluşum ile mevcuttur. Yoksa o bir hayal ve kuruntudan ibaret değildir ( İmam Rabbani; Mektubat’tan muhtelif iktibaslarla).
Tevhit ve Ulûhiyet hakikatinin bu tarzda eksiksiz, dosdoğru ve berrak inşasından sonra varlık âlemine dair görüşler, düşünceler ve yaklaşımlar aşırılıklardan uzak bir şekilde tesis edilmiştir. İslam dünyasında fen ve tabiat bilimleri; akla, deneye ve gözleme dayalı bilimler Zahir İsm-i Şerifinin tecellileri ve tezahürlerini nihai noktada anlama gayretinin eseri olarak gelişmişlerdir. Kuran-ı Kerim’deki birçok ayette arz ve semada var olan ve deveran eden varlıkların hareketleri, durumları ve güzellikleri yüksek bir üslup ile zikredilir. Allah (cc) akıl ve göz sahiplerine sık sık kâinattaki bu varlıkları ve olayları görmeleri, anlamaya çalışmaları, tefekkür etmeleri ve ibret almaları için davet eder…
Aklın kullanımı ve gözlem/ deneye dayalı bilimlerdeki bu yüksek seviyeyi hukuki muhakeme ve müzakere sahasında da görmek mümkündür. Astronomi, mühendislik, tıp, vb. bilimlerindeki gelişmelerin yaşandığı çağların âlimi İmam Hanefi “Nahnü nahkumu bizzahir” biz zahire göre hükmederiz” buyurmuştur (Hanefî mezhebinin, İmâm-ı Azam Ebû Hanîfe ve talebelerinden gelen kuvvetli, güvenilir haberlerine “Zahir” adı verilmektedir. Bu haberlere usul haberleri de denmektedir ki, manidar bir örtüşmedir bu). Eşyayı reddetmeyen ve gördüğümüz maddi âleme göre hüküm veren bir anlayışı işaretlemiş, bâtıni ve esrarlı anlayışları reddetmiştir. Bu altın ilim ve fikir çağı asırlarca devam etmiş; eşyaya ve kâinatına kör, sağır ve ilmin hakikatine karşı dilsiz mutaassıp hatta ilimsiz ulema zuhur edince İslam Dünyasındaki bu ilmi ve fikri gelişme de durmuş ve donuklaşmıştır.
“Ey Zatı Zahir olan Rabbimiz! İnsan içinde yarattığın iman nüvesinin neşvu nemasını apaçık ortaya çıkart, kalbimizin ve ruhumuzun aynasında iman nurunu zahir eyle. Öncelikle kalp ve ruhlarımızda ve amellerimizde küfür, nifak, fesat ve haset üzerine iman değerini galip kıl. Sonra da İslam’ın düşmanları karşısında bilemediğimiz arz ve semadaki orduları zahir kılıp (Ortaya çıkarıp), halis ve amellerinde müstakim İslam milletine zahir (Yardımcı) eyle. Bizler için, zamanın ilimlerine ve anlayışlarına ve özellikle de Kuran’ın tebliğ ettiği yüksek meselelere vukufiyet ver.
Bizleri zamanımızın üzerine yükselt. Şu parça parça İslam dünyasını ve ondan daha perişan kalplerimizi ve ruhlarımızı mamur kıl, çiçekler ve salih amellerin kokularıyla hayatlı kıl. Bizlere düşmanlarımıza karşı, gücümüzün yetmediği olumsuzluklara karşı yardımcı ol. İnsanımız arasında yardımlaşmayı, birbirinin acısına merhem sürmeyi, dert ortaklığını, birbirinin kadrini yükseltme ahlakını zahir eyle. Bizlerin omuzlarında senin rahmet hazinenden ve kudret dergâhından nimetler, himayeler nasip et. Öğle vaktinin (Zuhr) aydınlığı gibi aydınlıklara çıkmayı nasip et. Bizleri sadece ve sadece Senin himayenle korunmuş, mamur edilmiş Müslüman insanlar olarak açığa çıkart, mücessem kıl. Âmin.”