MEHMET ALİ BAL
Zamanın Araçları Üzerine
Zamanı tam olarak kavramak mümkün olmadığı gibi araçlarını da hem kendisinden hem de amaçlarından ayırt etmek çok zordur. Bazen bakarız coğrafyanın hafızası zamanın bedenine nüfuz etmiş. Bazen zaman içinden cihangirler geçmiş, bazen de acımasız dişlilerinde yiğitler öğütülmüş. Bu yüzden “Her şeyi yazarım da/ zamanı yazamam/ o yazar çünkü beni.” (Oruç Aruoba) diyor şair. Bu tam bir teslimiyetin ifadesi midir yoksa bir hakikatin mi bilemeyiz. Zaman da mana gibi şairin karnındadır. Hem şairin atfettiği mana asıldır. Hem de şairin yaşadığı asırlara (Kurun) mahsustur.
Zaman için bizi dehşete düşüren ifadeler de yok değildir. Dedik ya zaman her şairin batnında ayrı bir manaya bürünür:
“görünmez bir mezarlıktır zaman
şairler dolaşır saf saf
tenhalarında şiir söyleyerek
kim duysa / korkudan ölür”
(Attila İlhan)
Biz sadece şiir söyleyerek değil, zamanın özüne nüfuz etmeye çalışarak dolaşan insanoğlunun zeki evlatları olarak da görüyoruz şairleri ve şair fıtratlı bilgeleri. Ki onlar zaman denen esrarın gül yapraklarını birer birer açarak sırrı hakikate yaklaştırmayı, insana ayan etmeyi, insanı agâh etmeyi ceht etmektedirler. Gerçekten de akılları ve kalplerinde zamanın hassas mizanları ve mikyasları ve neşterleri ile zaman odalarında insanoğlunun zaman davasını heykele dönüştürmeyi maksat edinmişlerdir.
Bu esrarı açmaya matuf esrarlı ve hummalı çaba elbette her zaman başarıya ulaşacak değildir. Hatta çok bedbin olanların ifadesiyle:
“Ne bilginler geldi, neler buldular!
Mumlar gibi dünyaya ışık saldılar.
Hangisi yarıp geçti bu karanlığı?
Birer masal söyleyip uykuya daldılar.”
(Ömer Hayyam)
Efsane söyleyip uykuya dalmak bile mukadderdir. Zaman insanoğlunun esrarının bir parçasıdır. Zira ebediyet insanoğlunun vazgeçilmez hayat davasıdır. Böyle olunca da sadece gelecek değil geçmiş de zamanın hakikatinden bir parçadır. Yok olmamaktadır. Batının meraklı dehası “Geçmiş hiç bir zaman ölmüş değildir; geçmiş, geçmiş bile değildir.” (William Faulkner) deyiverir. Ne harika bir anlatımdır bu, ebediyet ufkundan gelecek yaşanmış gibi geçmiş ise geleceğin bir parçası gibidir. Adeta biz geleceğe uzanırken ölmekte, geçmişten sorgulanırken dirilmekteyizdir. Yani ki, geçmiş daha diri durmaktadır.
En cok da içinde var olabildiğimiz şimdiki zamanı pek müsrifçe yaşarız. Birçok şairin şiirinde içinde kadirşinasların olduğu zaman dilimleri anlatılır:
“Danışman okur tutmaz
Derviş yolun gözetmez
Bu halk öğüt işitmez
Ne sarp zaman olısar.”
(Yunus Emre)
Sarp zamanların işaretleri elbette sadece bunlar değildir. Her millerin ve her ferdin sarp zamanı başkadır, kendine özgüdür. Ama her zaman alameti herkes için aynı mahiyettedir.
“Aziz-i vakt idik/ A’da zelil kıldı bizi” diye figan eden eski Zağra Müftüsü aslında bütün sarp zamanların acılı tarihinden ortak kesit sunmaktadır. Ama dedik ya zaman esrarlı mı esrarlı bir varlıktır. Bazen sarp olur bazen de bahar bahçe. Bütün mesele zamanı hissedecek duyarlı insanların olması meselesidir. Şeyh Sadi Şirazi bizi o duyarlılığa çağırır:
“Eyyam-ı baharest gül u lale u nesrin/ Ezhak-ı berayent ve tu der hak çeraği.” (Bahar geldi; gül, lale, nesrin topraktan çıktı. Hala ne diye oyalanmaktasın.)
Aslında zillet içinde geçen zaman da izzet ve ikram üzere geçen zaman da anlaşılmayı, hissedilmeyi beklemektedirler. Bizim hissetmediğimiz zaman hiçbir şeydir.
İşte şairler bizi büyük hakikatleri idrake çağırırlar gür sedalarıyla, şairane nidalarıyla:
“evvel zaman içinde
kalbur saman ölür”
(Attila İlhan)
Alıştığımız masal kıvamındaki bütün alışkanlıkların, bilmişliklerin yıkılmasıdır bu kuşkusuz. İmkânsız hiçlerin ölümüdür. Ardından muhteşem varlık ve zenginlikle sarılmış cihangirane kudretli hayatların da sona ereceği erdiği kesinliğiyle haykırılır:
“kubbelerde uğuldar bâkî
çeşmelerden akar sinan
an gelir
-lâ ilâhe illallah-
kanunî süleyman ölür”
(Attila İlhan)
Zamanın dehlizlerinde hem ışık hem hayat hem de ümittir: “lâ ilâhe illallah”. Kanuni ve bizim için aynı derecede kurtarıcıdır. Ve o Allah ki zamanın sahibi, yaratıcısı, bahşedenidir.
Peki, insan ile zaman nasıl bir ilişkiye sahiptir? Zaman karşısında insan bazen araçtır: Zaman değirmen taşına benzer. İnsanı öğüterek döner. Zaman rüzgârları adeta insanın teninden kum tanelerini hayat tanelerini alıp götür ve biçimlerler, insan heykelini yontarlar. Bazen de insan kendisi tamamlanmış bir heykel gibi karşı durur zaman rüzgârlarına. Bu hali ile insan zaman karşısında direyendir. Araç değildir. Bazen ise insan zamanın sayfalarında yürürken o sayfalara kendi serencamını ve ruhunu resmeder ve yazar ki burada zaman bir araçtır. İnsansa bizatihi kendisi amaçtır. Zaman onu öldürse de yaratıcı sayfalardaki izlerini ve yazılarını bereketle diriltir.
Zaman ve saatler işte bu hakikatin hizmetkârı oldukları ölçüde daha bir değer kazanırlar.