Zelzele Evladı ve Evlası Bebeklerdik

HAYRETTİN TAYLAN
Zelzele Evladı ve Evlası Bebeklerdik
 
Anadolu!
Her taraf ağlayan Ana/dolu
Her taraf yaraları saran Ana/dolu

Bu defa çok sağlam tükendim. Seksen milyonla aynı duygulardaydım. İlk kez herkes benim gibi tükenmişti. Enkaz altında kalmamıştı vicdanımız. İrkiliyorduk. Herkes bebekleşmişti. Kime dokunsam ağlayacak gibiydi. Tövbelerdeydik. Her tövbe yeniden doğuştu. Ertelediğimiz doğuşlar gelmişti. Ahde vefanın atlasındaydık. Ahd; “verilen sözün sorumluluğunu, tabandan tavana kadar bütün iliklerine kadar hissetmek'' demektir. İşte burada durdu dünya. Aynı kökten türeyen müteahhitler yüzünden ahd ve ahde vefa sadece semt olup yıkıldı. Onca vefasızlık, tedbirsizlik, doyumsuzluk, çıkarcılık, egoculuk, bireyselcilik artmıştı ki “azgınlık” atlası simsiyaha boyanmıştı. Herkesin beyaz yüzünü görüyorduk. Fakat herkesin içi kapkaraydı. Maskeli balo gibiydi. Görünmeyen yüzlerin yüzyılıydı. Herkesin onlarca karanlık yüzü vardı. Kirli bir çağın kirli yüzlüleri olarak yaşıyorduk. Çoğunun kirli yüzü olduğu için kim temiz yüzlü farkında değildik. Dünya iyi yüzlülerin şefkatiyle ayakta.
 
“Yüzünün fotoğrafı çekilecek
Çekilecek yüzün var mı?”  Özdemir Asaf
 
Kendimizi bulmuştuk. O ego dağlarımız delinmişti. O doyumsuzluklarımızdan uzaklaşmıştık. Tükenmişlik sendromu yoktu. Onca varlığın içinde mutsuz değildik. Acıyordu içimiz. Moloz yığını arasında onca insan. Onca ceset. Bin yıllık tarihimizin en büyük acısına şahit olmuştuk. Nasıl bir nesiliz diye düşündüm. Bin yılın en büyük acısına mazhar olmak ne kadar ağır? Şanslı bir nesil değiliz. İyi bir nesil değiliz. Bin yılın en ağır felaketiyle karşılaşmanın derin sancıları arasındayız. Soruların beli büküldü. Sorgulayışın volkanlar patladı. İçimiz çatırdadı. Kendimize gidiyor gibiyiz. Bir kısmımız belki iyiler kervanına katılırız.
 
Su içmek lükstü. Uyumak dokunuyordu. Bir lokma bulamayanlar varken bu kadar müsrif olamazdık. Ne yapsak mutlu olamıyorduk. Seksen milyon mutsuzduk. Seksen milyon suskunduk. Seksen milyon ağlıyordu. Ağlıyordu ağlamak. Hilalimiz kan ağlıyordu. İstiklalimiz can çekişiyordu.
Kafasında kafesi olanlar kafesini kırıp yardımın, hayrın, vefanın kuşu olmuştu. Sloganlar yok. Parti, cemaat, dernek, ci/likler yok. Herkes, aynı çizgide.
 
Hepimizin kanatları vardı. Elimizde avucumuzda, yüreğimizde ne varsa mağdur olan kardeşlerimize yolluyorduk. Enkaz altında kim canlı çıksa tek tebessümümüz o oluyordu. Saatlerce bir kardeşimizin canlı çıkmasını bekledik. Annesini özleyen bir bebek gibiydik. Yeni doğmuş, çok tatlı ve güzel bir bebek olmuştuk. Gözlerimiz doluydu hep. Sözlerimiz titriyordu. Şükrediyorduk. Her halimize şükürler edip acının dinmesini bekliyorduk.

Yağmacılara karşı da acımasız oluyorduk. Etinden tırnağından yollayanların hakkını gasp edenlere karşı acımasızdık. Kumbarasındaki paralarını yollayan yoksul bir çocuğun vefası var diye her şeye dikkat ediyorduk. O kadar güzel hikâye vardı ki hangisini duysak tek tesellimiz o oluyordu. Milletçe terapist milletçe terapi olmuştuk. Bu millet bin yıl daha hür olacak. Gelecek bin yılın imzasını atmıştık. Kardeştik. Birlik içindeydik. Arada şov yapanları bile görmemezlikten geliyorduk. Merhametin içiydik. Vicdanımızın vanalarını açmıştık. Akın akın yardıma koşuyorduk. Tırlar dolusu yardımlar yolluyorduk. Elimizle, dilimizle, gönlümüzle, sahadaydık. Başımızı önümüze eğmiştik. Tonlarca molozun arasında kurtulmayı bekleyenler varken nasıl davranabilirdik. Herkes birbirine benziyordu.
 
Gözleri nemli, mutsuz, umutvar, vicdanı gür bir kitle olmuştuk.
7’den 70’e herkes bir koşuşturmanın içindeydi. Üstünü örtemedik şehirlerimizin, üşüyor şehirler. Hoşça’sı kalmış, bir Hoşça Kal’ın kalıntıları arasındaydık. Çığlık çığlığa olup da sesini duyamadığımız binlerceler vardı. Ağlamak da ağlıyordu. Adım başı damlalarla ıslanmıştı. Ağlamayan kimse kalmamıştı. Bir gram vicdanı olan herkes ağlamıştı. İmkansızlığın belini büken dualarla, güzel emellerle, sabrın meyvesiyle kendimize doğru gidiyorduk.

Meğer çok şey unutmuşuz. Yardımlaşma, komşuluk, yoksulluk, yokluk. Yokluğuna rağmen her şeyin anlamsızlığını kavramıştık.

Meğer, iki taş ile iki yaş arasındaymış dünya. Toprak makamındaymışız. Toprak her zaman çağırır. Toprak her zaman aşk hamuru insanı çağırır. Toprak makamında son besteyi milletçe okuyorduk. Herkes dilinde aynı beste. Kafamızdaki cam kırıkları ile can kırıkları arasında kendimize geliyorduk.
 
-Yusuf değildik, çok derin bir kuyudaydık. Üstelik kuyunun üstü kapatılmıştı. Üstelik, kervanlar yetmiyordu. Onca kervana rağmen atıldığımız kuyudan çıkamıyorduk. Tonlarca molozun altında tüm dünyaya ibretlik bir doğa dersindeydik. Acılar, acıları çekiyordu. İlk kez başkasının acısının farkındaydık. Onların acısı bizim acımız gibiydi. Hangi fikirde olduğu hiç önemi yok. Canlı yaşaması bizim için tek teselliydi. Herkes, aynı düşüncedeydi. Hepimiz, bebek gibi olmuştuk. Saf, temiz yürekli, art niyeti olmayan, kim dokunsa ağlayacak ve birilerine muhtaç haldeydik.
 
Kendimize gelmiş gibiydik. Kendimizi bulmuş gibiydik. Birbirimize benziyor gibiydik. Bu millet, bin yıldır özü aynı. Bu millet, özüne dönmüştü. Bu millet bin yılın dersinden yeni bir dersle kendine gelmişti. Var olmayı yeniden özetliyorduk. O’ndan gelene amenna. Fakat, dersimiz büyüktü. Güçlü yapılar, zemin etüdü yapılmış yerlerde sapasağlam istiklal olmuştu. Bunca yıkımın tek sorumlusu hepimizdik. Evet, kendimize emekleyen bebeklerdik, tüm ülke anne eli olmuştu.
 
 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir